28 Şubatçılar beni neden fişlemişlerdi?
Arkadaşıma dönüp soruyorum:
- Lütfen bir çimdik atar mısın, rüyada mıyım yoksa hakikat mi gördüklerim duyduklarım!
- Ne gibi, diye soruyor muhatabım.
- Ne gibisi mi var? Tutuklanan 28 Şubat sanıkları Sincan Kapalı Cezaevi’ne konulmuşlar. Acaba rüya mı görüyorum?
Bu mutlu haberin ardından arkadaşıma şu latifeyi yapmayı da ihmal etmiyorum:
- Oldu olacak eski Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ı o cezaevine müdür yapsınlar. Kudüs Gecesi’nde sırf Hizbullah liderlerinin posterlerini verdiği için nahak yere 10 yıl hapis yatırılan Nurettin Şirin’i de gardiyan yapsınlar. Nurettin nasıl olsa 10 yıl içinde bilfiil muhatap olduğu gardiyanlardan bu mesleğin inceliklerini öğrenmiştir. Aynı muameleyi Sincan’da 28 Şubat sanıklarına aynen uygulayıverir olur biter!
Efendim, artık gece-gündüz 28 Şubat’ı konuşuyoruz. Mağdurlar birer birer ekranlarda boy gösteriyor. Post-moderncilerin (ne demekse) günah defterleri bir bir açılıyor.
Ben 27 Mayıs 1960 da dahil olmak üzere bütün darbeleri maalesef yaşadım ve yazıyorum. 28 Şubat’ta da Türkiye’nin önemli bir radyosunda yayın yönetmeni olarak görev yapıyordum, Üsküdar FM. Genele hitabeden dört büyük İslamî çizgideki radyoda yayın yönetmenliği yanında sabahları 2 saat günlük gazeteleri okuyor ve yorumluyorum. Övünmek gibi olsun da Fatih Altaylı’nın Radyo D’de, Ümit Zileli’nin bir başka radyoda aynı işi yaptığı bir dönemde, bir Amerikan şirketinin reyting ölçümlerine göre en çok dinlenen radyo programıyım. Tabii bu ölçümler Genelkurmay’a da gidiyor ve bu tehlikeli adam topun ağzında olarak zaman zaman telefondaki görevli olduğu anlaşılan birisi tarafından tehdit ediliyor:
- Bakın sizi çok seviyoruz. Biraz dikkatli olunuz, dikkatli konuşunuz. Yolda giderken ola ki bir araba çarpar, kaza filan olur.
Ben de o görevliye kibarca teşekkür edip, telefonu kapatıyorum. Günlerden bir gün, Üsküdar Belediye Başkanı Yılmaz Bayat’ın basın müdürü ve yakın dostum Orhan Güzeller’le bir araya geliyoruz. Sohbetin daha başında diyor ki:
- Fatih abi, benim bacanaktan sana bir haber getirdim.
Burada kısa bir açıklama yapmak şart oldu galiba. Orhan Güzeller, ciddi bir entelektüel, çok okuyan, düşünen, şimdi de bir ilahiyat fakültesinde öğretim görevlisi olarak görev yapıyor. O günlerde de eşi Marmara İlahiyat’ta doktora yapıyor, tabii tesettürlü. Baldızı da Yüsek Askeri Şura’da görevli bir paşanın eşi. Bir bayramda İstanbul’da bayram ziyaretine gelen paşa sözü bana getirip “Bacanak” diyor;
“İstanbul’da Fatih Uğurlu adında bir radyocu tanıyor musun”? Orhan da tanıdığını, her sabah da zevkle dinlediğini söylüyor, ardından da ekliyor:
,
- Bacanak, sen Ankara’dasın. Bildiğim kadarı ile Üsküdar FM’in Ankara’da yayını yok. Sen Fatih Uğurlu’yu nereden duydun?
Paşa, bu soruya şu karşılığı veriyor:
- Orhan, bize raporları geldi, çok tehlikeli bir adammış!
Orhan, bunları anlattığında çok gülmüştük. Aslında ağlanacak halimize gülüyorduk. Düşünsenize bir radyo programcısı taa Ankara’daki Genelkurmay tarafından fişleniyor, takip ediliyor ve zaman zaman da telefonla kibarca tehdit ediliyor. Memlekette 6 milyon insanın fişlendiği, eşinin başörtüsü, namazı, orucu, annesi-babasının dinî kurumları, içki içip içmediği bütün ayrıntıları ile tek tek kaleme alınmış. Tabii siyasete böylesine bulaşan bir Genelkurmay, Kıbrıs çıkarması sırasında Ankara’da aralarında 500 metre mesafe olan iki kuvvet komutanlığı arasında koordinasyonu sağlayamadığı için, kendi hava kuvvetlerimize bağlı uçaklar, kendi deniz kuvvetlerimize ait Kocatepe Muhribi’ni çatır çatır bombalamıştı da 80 vatan evladı sulara gömülerek şehit olmuşlardı. Muhribin komutanı ünlü rakıcı paşa Güven Erkaya idi. Gemisini kurtaramayan kaptan üzüntüsünden kendisini rakıya vurmuştu! Aynı Genelkurmay o devirde üstüne vazife olmayan pek çok işe el atmıştı.
Mesela, sivil iktidarın işi olan enflasyonu düşürme konusunda Genelkurmay’da çalışma grubu kurulmuştu. Sonradan bir siyasetçimiz nefis bir tesbit yaparak:
- İyi ki o günlerde bir başka ülke ile savaşa girmemişiz. Halimiz feci olurdu, diyecektir.
Üsküdar FM’in sahibi Emin Üstün, radyomuzun başına bir başka 28 Şubatzede, imanlı, ihlaslı emekli bir paşayı, Adnan Tanrıverdi’yi getirecek ve o da her gün “Bugün mutlaka darbe olur” diye beklendiği bir zamanda beni korumak için görevime son verecektir. Adnan Paşa’yı daima saygı ile anarım. O her şart altında resmi üniforması ile camiye gidip namazını korkusuzca kılan ve yapılan sayısız uyarılara karşı da:
“Beğenmiyorsanız, hemen ilişiğimi kesebilirsiniz. Dinimi yaşamama kimse engel olamaz!” diyebilmiştir. Hatta bir sırrı açıklayayım. Genelkurmay Başkanı’na bir mektup yazıp:
“Namaz kılandan bu ülkeye zarar gelmez. Din bu toplumun temel harcıdır, bir kere resmi elbise ile Cuma namazına gidin, bu millet sizi bağrına basacaktır” diyerek onu hayırlı bir yola davet edecektir. Ben radyodaki son programımdan çıktıktan sonra beni zaman zaman kibarca tehdit eden zat-ı muhterem aramış ve:
“Devletimiz sizi daha fazla konuşturmaz dememiş mi idim?” demişti.
Ben de cevaben:
“Benim vazifem dünyayı kurtarmak değil, elimde olan imkânı Allah için kullanmaktır. Yıllardır o mikrofondan hakkı söyledim ya, yetmez mi?” demiş ve telefonu yüzüne kapamışım. O günlerde sayısız dinleyiciden telefon alırdım. Pek çoğu şu minval üzere idi:
“Oğlum, seni bugün de tutuklamadılar değil mi, her namazdan sonra dua ediyoruz sana.”
Her mahallenin bir delisi, bir velisi olurmuş. Ben mahallenin delisi idim. Dilim döndüğünce 28 Şubatçıların ipliğini pazara çıkarıyordum. Yani her Müslüman gibi görevimi yapıyordum. Allah’a binlerce şükür, o günlerden yüzümün akı ile çıktım, zor zamanda konuşanlardan oldum.
Şöyle 28 Şubat’a dönüp bakıyorum. Hatırımda bilhassa iki erkek iki kadın kalmış. Erkekler Prof.Dr. Necmettin Erbakan ve Şükrü Karatepe, kadınlar ise Merve Kavakçı ve o devrin İçişleri Bakanı Meral Akşener.
Ne yalan söyleyeyim, son iki kadını saygı ile anıyorum. Erkeklerden daha cesur, dimdik ayakta durdular, eğilmediler, bükülmediler.
Ve bugün yüzlerinin akı ile televizyon ekranlarında darbecilerden hesap soruyorlar. Bu en çok onların hakkı değil mi?
Eee, ne diyeyim, erkeklerin kulağı çınlasın!