'Açıksözlülük Kültürü' bâbında...
Mahzûn ve de mazlûm memleketimizin “Tatlısu Demokrasi Havârîleri” sık sık demokrasinin “olmazsa olmaz”larına vurgu yaparlar konuşmalarında/yazılarında...
Hemen hepsinde ilk sırayı “laiklik” ilkesi işgâl eder. Derler ki: “Laiklik olmazsa, demokrasi olmaz!”.
“Laiklik”in, kuşku yok, “demokrasi”yle doğrudan ve yakın, hatta neredeyse içiçe diyebileceğimiz bir ilişkisi var ama kesinlikle onun “olmazsa olmaz”ı değil!
Sözgelimi İsrail’de “demokrasi” tıkır tıkır çalışmaktadır – üstelik mahzûn ve de mazlûm memleketimizdeki yarım yamalak/“tatlısu demokrasisi”yle hiçbir şekilde kıyas kabûl etmeyecek kadar “iyi” çalışmaktadır ama gelin görün ki İsrail, değil “laik”, “seküler” bir devlet bile değildir! Dikine perdah bir “şer’î” devlettir! Yani “dine dayalı bir rejimi ve düzeni” vardır! Buna rağmen İsrail vatandaşı olan Hristiyanlar ve Müslümanlar, bizdeki TBMM’ye tekabül eden “Knesset” adlı mecliste temsîl edilmektedir. “Şer’î” her devlette olduğu, daha doğrusu olması gerektiği gibi dînî azınlıklar ve hatta dinsizler, özel hukuk alanında dinleri ya da dinsizlikleri ne gerektiriyorsa, ona tâbidir – kimse de onlara karışma hakkına sahip değildir! Sözgelimi İsrail vatandaşı bir Müslüman mirâs hukukunda tamamen mubârek Kur’ân’ın bu konudaki hükümlerine tâbi olarak hareket etme hakkına sonuna kadar sahiptir ve ilâ âhir... Ne var ki bizim “Tatlısu Demokrasi Havârîleri” “İsrail şer’î bir devlettir. Bu yüzden demokratik değildir/olamaz!” diye bas bas bağırmazlar, her nedense!
Neyse...
Aslında “demokrasi”nin en başta gelen “olmazsa olmaz”ı “Açıksözlülük Kültürü”nün, bir başka deyişle “Her Konuda Kayıtsız-Şartsız Açıksözlü Olabilme Hak ve Hürriyeti”nin yerleşmiş hatta kökleşmiş olmasıdır! “Açıksözlülük Kültürü”nün özünde yatan/rûhu ise “dürüstlük”tür, hiç kuşku yok.
“Her Konuda Kayıtsız-Şartsız Açıksözlü Olabilme Hak ve Hürriyeti” çok önemli ama bir o kadar da hassas bir konudur. Sözgelimi, “Her Konuda Kayıtsız-Şartsız Açıksözlü Olabilme Hak ve Hürriyeti”ne sahip olmak, başka insanlara/herhangi birine hakaret etme “hak ve hürriyeti”ni(!) elbette ki içermez! Tıpkı “dürüst olma”nın her türlü edebsizliği/terbiyesizliği sergilemeyi “dürüstlüğün gereği” hatta “olmazsa olmaz”ı bir “hak ve hürriyet” olarak görme mânâsına asla gelmediği/gelemeyeceği gibi!
Bana öyle gibi geliyor ki “hakaret”i de içeren “edebsizlik/terbiyesizlik”ten uzak durma belki de “Her Konuda Kayıtsız-Şartsız Açıksözlü Olabilme Hak ve Hürriyeti”nin yegâne sınırıdır/sınırı olmalıdır. Buna bir de “suça teşvik” boyutu ilâve edilebilir/edilmelidir.
Ama “demokratik” olduğunu iddiâ eden her ortamda, bu isterse bir kuruluş, bir kurum ya da bir devlet/rejim olsun, herkes “Her Konuda Kayıtsız-Şartsız Açıksözlü Olabilme Hak ve Hürriyeti”ni sonuna kadar kullanabilmelidir. çünkü kimin kim ya da ne olduğu ancak bu hak ve hürriyetin yürürlükte olması sâyesinde apaçık ortaya çıkar/çıkabilir ancak.
Mahzûn ve mazlûm memleketimize ve -pek az da olsa- benzerlerinde “Her Konuda Kayıtsız-Şartsız Açıksözlü Olabilme Hak ve Hürriyeti”, bütün o gösterişli “demokratik”lik iddialarına rağmen, hiç yoktur/olmamıştır!
Herkes birilerinden, özellikle de insanın hürriyetini hatta canını bir ânda elinden alabilecek imkânları elinde tutan makam ve mevkîlerde bulunanlardan, tâbir-i âmiyâne ile “acayip tırstığından”, zihnen/fikren/kalben tamamen karşı olduğu konularda bile temkinli ifâdeler kullanır ki bunların hemen hepsi de klişeleşmiştir ve hepsi de -bilâ istisnâ- buram buram/kıyız kıyız/pis pis “riyâ” kokar!
Son derece ağır mücbîr sebeblerin, sözgelimi “tâğûtî/fir’avnî zulüm”ün dayanılmaz baskısı altında olma ve buna karşı direnmenin -hicret etme dâhil!- bütün imkân ve “seçenek”lerinin tamamen tükenmiş olması sözkonusu olmadığı sürece, âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, mubârek Kur’ân’da bildirdiği ve Sünnet-i Rasûlullâh ile “hayat pratiği”ne dönüşmüş olan İslâm Şerî’âtı’na kayıtsız-şartsız tâbi olmadığı ya da tâbi olma mecbûriyetini red ve inkâr ettiği zaman dînden çıkacağını adı gibi bilen Mü’min/Mü’mine Müslüman, nasıl bir “acayip tırsma”(!) hâleti rûhiyesi içindedir ki, “laiklik”i “vazgeçilemez” bir “üstün ve temel değer” olarak tanımlayabilir hatta savunabilir?
Ve âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, mubârek Kur’ân’da bildirdiği ve bilumum Mü’min/Mü’mine Müslümanların hayatlarını - “dünya işleri” de dahil olmak üzere - düzenleyen temel hükümlerden/kurallardan/emirlerden ve yasaklardan hiçbirine riâyet etmeyen, bir başka deyişle hiçbirini, tâbir-i âmiyâne ile “takmayan”, hatta onlara taban tabana zıt davranışları alenen sergileyen, yazılar yazan, konuşmalar yapan, üstüne üstlük bunlarla da pek “iftihâr eden”(!) bir insan, nasıl bir “acayip tırsma”(!) hâleti rûhiyesi içindedir ki, dini sorgulandığında hiç tereddütsüz “Müslümanım” deme ve ne zaman âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, dini İslâm sözkonusu olsa, özellikle de resmî beyânâtında, ondan “yüce dînimiz” diye sözetme “refleks”ini sergiler/sergilemek zorunda hisseder kendini?
Biri “devlet=silâhlı kuvvetler=resmî ideoloji baskısı”ndan “tırsmış”tır alabildiğine; öbürü “mahalle=gelenek baskısı”ndan!
Mahzûn ve de mazlûm memleketimizin/halkımızın, hiç ayırımsız, geneline hâkim olan “paranoya” işte bu artık iyice kökleşmiş hatta müzminleşmiş olan “İkiyüzlülük Kültürü”nden beslenmektedir!
Onu kökünden söküp atamadıkça da huzur ve esenlik olmayacaktır/olamayacaktır bu topraklarda...
Peki, kim söküp atacak bu meş’ûm ve de mel’ûn “İkiyüzlülük Kültürü”nü bağrımızdan?
Hiç kuşkunuz olmasın, herkesten önce fikri hür vicdânı hür Mü’min/Mü’mine Müslümanlar!
Niye mi?
Cevâbını bir zahmet kendiniz bulmaya çalışın!
Müteyakkız olalım ve hep müteyakkız kalalım!