Davos'ta kurtarılacak bir Kudüs yok!
Kudüs'ün işgal edilişinin 45. yılında, İstanbul'da yapılan Dünya Ekonomik Forumu'nda (Davos toplantısı) Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas bir konuşma yaptı. Konuşmasında Kudüs'e özel bir vurgu yapmadı; Batı Şeria'nın işgalinin üzerinden geçen sürede gelinen noktayı hatırlatmakla yetindi. Filistin meselesi bir başka Davos'ta "one minute" çıkışı ile farklı şekilde gündeme geldi ama Davoslarda Filistin artık 67 savaşının kalıcı izleri göz ardı edilerek anılıyor. En önemlisi Davos'taki Filistin, Kudüs'ün öne çıkmadığı bir Filistin meselesi haline geldi.
5 Haziran 1967'de başlayan Altı Gün Savaşı'nın sonuçları hem bölgesel dengeleri, hem İsrail'in konumunu, hem de Filistin mücadelesini her anlamda belirleyen bir dönüm noktası oldu. Her şeyden evvel İsrail'in askeri güce dayalı yayılmacı politikaları nerdeyse geri dönülmeyecek biçimde perçinlenerek bölgeyi adeta rehin aldı. Ortadoğu, İsrail tehlikesi adı altında, stratejik aklı, siyaset etme biçimlerini ve dünya dengelerine dair algıları belirler hale geldi. Bugün bölgenin sırtında kambur gibi görülmeye başlayan pek çok Arap yönetiminin varlığının, hem iç dengeler açısından hem de küresel rekabet açısından, İsrail'in varlığına borçlu olduğu paradoksal bir yapı oluşturdu.
Bu yapı öylesine acımasız ve çelişik ki, İsrail, hukuken hâlâ savaş halinde olduğu Suriye yönetiminin, yani Baas diktasının gitmesini istemeyecek kadar ikiyüzlü, ahlaksız bir denge kurmuş oldu. Hepsinden önemlisi Kudüs işgal edildi, Mescid-i Aksa Siyonist işgalcilerin eline geçti. Sadece Müslümanların değil Hıristiyan dünyasının kutsal mekanları da İsrail'in eline geçti. Kudüs'ün hızla Yahudileştirilmesini amaçlayan, Arap bölgesinden yalıtılmasını hedefleyen politikalar uygulamaya kondu. Ve bu uygulama hızla devam ediyor.
Altı Gün Savaşı'nın ideolojik sonuçlarından biri, kuşkusuz Arap milliyetçiliğinin iflas etmiş olmasıdır. Nasırizm mitinin parçalanması, uzun vadede Filistinlileri önlerinde iki önemli seçenekle baş başa bıraktı. Bunlardan biri, o zamana kadar Arap ülkelerinin Filistinlilerin işgal edilen topraklarını İsrail'den alacaklarına dair beklentilerinin hiç de gerçekçi olmadığını kavramış olmalarıdır. Bu savaştan sonra Filistinliler kendi güçleri ile ancak bir varlık mücadelesi verebileceklerini kavrayarak mücadelelerini kendi örgütlerine dayanarak sürdürmeye başlayacaklardı.
İkinci önemli kırılma olarak dönemin popüler ideolojik eğilimi olan Arap milliyetçiliğinin başarısızlığı, uzun vadede çok farklı sonuçlar doğuracaktır. Her ne kadar 70'li yıllarda Filistin mücadelesinde daha çok sol ve Arap milliyetçiliği söylemi öne çıksa da Arap milliyetçiliğinin tükenişi bu yapıları da etkileyecektir. Nitekim İslami hareketlerin öne çıkması ve mücadelede öncülük rolü üstlenmesi, 67 savaşının sonuçlarından bağımsız değildir.
İslami hareketlerin Filistin'de güçlenmesini İsrail'in FKÖ'yü dengeleme politikasına bağlayan okuma biçimi; hem Arap milliyetçiliğindeki bu tarihsel kırılmayı göz ardı ediyor, hem de Filistin halkının tabanındaki İslam'la kurduğu ilişkiyi yok sayarak bu hareketleri dışarıdan nüfuz eden ideolojik bir akıma indirgiyor. Oysa İslami hareketlerin Filistin davası ile ilişkileri modern örgütlü mücadeleler tarihinden çok daha eskidir.
Özellikle 80'lerden sonra Filistinliler, önemli bir aşamaya geldiler. Nasıl 67 işgali ile birlikte Arap ülkelerinin ordularına umut bağlamak yerine kendi örgütlü mücadelelerine dayanarak kurtuluşun mümkün olacağını kavradılarsa, 80'lerden sonra da dışarıdan verilen örgütlü mücadele ile bir karış toprağın bile kurtarılamadığını gördüler. İntifada bu anlamda, dışarıdan modern örgütlülük yerine işgal altındaki bir halkın kendi kurtuluş mücadelesini verme aşamasına geçmesidir. Taban hareketi, ister istemez kendi kültürel rengini mücadeleye vererek gerçekleşecekti ve nitekim İslami hareketlerin Filistin mücadelesine tam anlamıyla damgasını vurması da bu aşamada gerçekleşti.
İsrail açısından 67 savaşı, Amerika ile stratejik ilişkilerini kalıcı hale getirmesi ve adeta bir uçak gemisi işlevi gören askeri ve stratejik üs durumuna gelmesi demekti. Bu güçle tüm bölgenin dengelerini adeta kilitledi.
Bu aşamada hala devam etmekte olan bir uygulama anlaşılmadan Filistin'de ne olup bittiği tam anlaşılamaz. İsrail işgal ettiği topraklarda kendine özgü bir Siyonist sömürgecilik uygulamaktadır. Sömürgecilik tabiatı gereği o coğrafyanın kaynaklarını sömürürken aynı zamanda bunu meşrulaştıran uygarlık iddiası taşır. Siyonist sömürgecilik bu anlamda, tam tersi olarak, işgal ettiği topraklardaki varlığını ırkçı bir söylemden almaktadır: Filistinlileri ne asimile etme ne de beyaz adam gibi "uygarlaştırma" kaygısı taşır. Mümkün olduğunca onları topraklarından sürme, yok sayma, tüm maddi ve kültürel varlığına el koyma stratejisidir.
Davos'ta konuşan Abbas bunlardan bahsetmedi kuşkusuz. Ne Kudüs'ün işgal edilmişliğinden ne Filistin halkının köleleştirilmesinden... Zira çözümün arandığı platformdaki Davos ruhu bu sorunun bizzat kaynağıdır. Çünkü Davos'un mimarları, İsrail sorununun da mimarlarıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.