Gazze'nin kuşatması Amerika'dan yarılmaz!
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin uzun soluklu bir maraton koşucusu olduğunu hepimiz biliyoruz. Şüphesiz baktığınız yere göre sınırsız şekilde alkışlayabilirsiniz ya da eleştiri yağmuruna da tutabilirsiniz. Dinler arası diyalog çabaları, İsrailli çocuklara duyduğu endişeyi yurtları işgal altında olan ve silah zoru ile evlerinden kovulan Filistinli çocuklarla sanki denk tutması, işgal altında tutulan başka İslâm diyarlarındaki silahlı kurtuluş mücadelesi veren mücahitleri de radikal islamcı olarak nitelemesi, İslamın şiddet dini olmadığını söylerken vatanını savunan ve meşru müdafaa yapan kardeşlerimize Batılı işgalciler tarafından biçilen radikal İslâmcı yaftalamasının kendi başlattığı cemaat hareketinin akamete uğramaması için samimi ya da takiyye olarak aynı düşmanlarımızın üslubu ile kullanılması...
Ardından dünyanın dört bir yanına dağılan 600’ün üzerindeki okullarında İngilizce müfredat ve laik bir eğitimin uygulanması bu harekete yapılan eleştirilerin başında geliyor. Bugüne kadar 12 Eylül ve 28 Şubat döneminde tüm Müslüman gruplar ve cemaatler gibi Fethullah Gülen cemaati de bu baskılardan ve zulümlerden nasibini aldı.
Hareketin lideri Gülen, örnek aldığı Bediüzzaman Said Nursi’nin aksine Medrese-i Yusufiye’yi değil, Türkiye’yi terki tercih etti. Kendisi son açıklamasında hapse girmemek için 5-6 yıl kaçtığını söylüyor. Ve hareketini yurtdışından yönetmeye başlıyor. Gittiği yer ilginç, Amerika Birleşik Devletleri! 100 kişilik bir kafile ile Amerika’ya yerleşti ve Amerika ile İsrail’i gücendirmemeye özel bir dikkat gösterdi demeçlerinde ve açıklamalarında.
Türkiye’de de hep “Ne yapsın, Hoca adeta gavur elinde esir, mecburen böyle konuşuyor” gibi bir gerekçe üflendi kulaklarımıza. En son Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı bugüne kadar destekleyen cemaatin yönetimden daha büyük bir pasta istediği anlaşıldı, adı konulmamış bir iktidar savaşının startı verildi.
Cemaatin yayın organları Uludere olayını bahane ederek ilk salvo atışlarını başlattılar. Erdoğan, gayet saygılı bir üslupla ilk hamelsini yaptı ve Fethullah Hocaefendi’yi ülkesine dönmeye çağırdı. Artık Gülen, kaçak güreşmemeliydi. Gülen, bu hamleye bol gözyaşlı bir kasetle cevap verdi, daha doğrusu veremedi. Doğrusu gerekçeleri çok zayıftı.
Erdoğan, ilk karşılaşmada 1-0 galip görünüyor. Zira hiçbir dini hareket lideri sıfır problemli bir mücadele zemini isteyemez. Bir eli yağda, bir eli balda bir liderlik bugüne kadar olmamıştır. Başbakan Erdoğan da Davos’ta ezeli düşmanına “Biz sizi iyi biliriz, bebek katilisiniz!” diyebilmek için nice dikenli yollardan geçmiş, mahpus damına düşmüş, “Muhtar bile olamaz!” denilen yerlerden bugünlere gelmiştir. Ama mücadele için Türkiye’yi terketmeyi, asla düşünmemiştir. Bediüzzaman Said Nursi gibi mücadelesini burada yapmıştır. Artık Hocaefendi dönse bile sokaktaki adamın gözünde hep iki adım geride olacaktır.
Gazze’nin kuşatması Amerika’dan yarılmaz!
Cezaevi yangınına şaşı bakmak
Şanlıurfa Cezaevinde çıkarılan yangın sonucu 13 mahkum hayatını kaybetti. Ve ardından hemen bugüne kadar her olaya siyah gözlüklerle bakmak alışkanlığında olan korodan aynı ses yükseldi.
- Adalet Bakanı istifa!
Olay hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadan ve sadece AK Partili hükümeti mahkum etmeye yönelik bir tavır. Adalet Bakanı Sadullah Ergin bir açıklama yaparak olayın etrafındaki çapakları temizliyor. Bu işin bir vantilatör kavgası olmadığının da altını çiziyor. Bir gün sonra başka cezaevilerinde de periyodik yangınların çıkması olayda başka şüpheli noktaların olduğu hissini veriyor. Ki Ergin, böyle bir gerekçeye de sığınarak bir kolaycılığa da kaçmıyor. Tıpkı sağlık sektöründe olduğu gibi 90 yıllık bir birikmiş problemler yumağı ile karşı karşıya olduklarını ve bunların tamamını bir daha karşımıza çıkmayacak şekilde çözmeyi hedefliyor. Ergin olaya ayna tutuyor ve diyor ki:
“Yeni cezaevileri yapıyoruz. Bunları yaparken de orada cezalarını çekecek kimselerin de insan olduklarını, insanca koşullarda bunu sağlamamız gerektiğini ve bu sürecin sonunda da topluma kazandırılmaları gibi mutlak bir hedefimiz olduğunun bilincindeyiz.”
Ezcümle bunları söyleyerek bu gayeye hizmet edeceğini bilse, bakanlıktan istifa etmek için bir dakika bile beklemeyeceğini söylüyor. Şanlıurfa’daki yangında da ek bina onarımı yapıldığı için koğuşta fazla insan olduğunu kabul ediyor, mahkumların ve mahkum yakınlarının da başka illerdeki uygun cezaevlerine gönderilmeyi kabul etmediklerini, sıkıntının ondan da kaynaklandığını belirtiyor.
Bu arada Güneydoğulu bir medya mensubu olan Fuat Gemalmaz da olayın bir PKK işi olduğunu yazıyor. Urfa’da PKK adına haraç toplayanların, bu cezaevinde PKK’lılar tarafından diri diri yakılmak istendiğini söylüyor. Olayın üzerindeki sis perdesi yakında kaldırılır diye bekliyoruz. Ama bir diğer temel sorunu hepimiz göz ardı ediyoruz. Neden bir yandan cezaevi yapıyoruz?
Nasıl bir toplumsal cinnet içerisindeyiz? Her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında adeta görücüye çıkan cinayet haberleri ve alkol kaynaklı trafik kazaları ile cezaevlerine yeni eleman kazandırma çabalarını nasıl akamete uğratacağız? Boşanmaların artması ve karı-koca kavgalarının sonunda işlenen cinayetlere koyduğumuz yanlış teşhislerle nasıl yeni cinayetlere kapı araladığımız, hastalığa koyduğumuz yanlış teşhisler sonunda yıkılan yuvalar ve sahipsiz çocukların istikbalde cezaevlerinin yeni müdavimleri olacakları gerçeği önümüzde duruyor.
Ben doğru teşhislerle doğru zamanda doğru tedavi ve toplumsal cinnete en iyi ilacın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplumun kılcal damarlarına uzanan camiler ve din adamları kanalı ile de eğitimden geçirilerek suçların ve suçlu sayısının minimize edilebileceği kanaatindeyim. Değilse kocaları ile problemli kadınlara koruma vermek, erkeklerin ayaklarına kelepçe takmak gibi Batı kaynaklı tedbirlerin bizde iflas ettiğini ve yeni cinayetlere davetiye çıkardığını artık görmeliyiz.
Ayrıca suçların kaynağı olarak ciddi bir unsur olan alkolle etkin mücadele de artık gündemimize girmelidir. Alkolle mücadeleye Atatürkçülük adına karşı çıkanlar da bu tuhaf reflerkslerden vazgeçmelidir. Zira yakın bir gelecekte ülkemizin yarısını cezaevi yapar, oraya nüfusun yarısını doldurur, bir diğer yarısını da o cezaevlerine müdür, gardiyan yaparız. Allah korusun, yavaş yavaş oraya doğru gidiyoruz.
Orduevlerinde terörle mücadele nasıl yapılır?
Dağlıca’da baskına uğrayan askeri birlikte 8 askerimiz şehit oldu. Hep iki aylık acemi eğitiminden geçirilmiş, bir kısmı silahı ilk defa bu ocakta eline almış olan erlerin, daha beşikte iken keleşle tanışmış ve silahı adeta nüfus cüzdanı gibi taşımış bir düşmanla nasıl savaşacağını bilmediği için o bölgelerden sık sık şehit haberleri aldığımız noktasında bir kanaat var kamuoyunda. Bu yüzden terörle mücadelede hasımla eşit şartlarda çarpışacak profesyonel birliklerin devreye sokulması herkesin beklentisi idi ve Hükümet de, Genelkurmay da bu yolda adımlar atıyor.
Ama bu sekiz şehit biraz kafalarımızı karıştırdı. Her an bir PKK saldırısının beklendiği bir sınır birliği ilk anda sekiz şehit veriyor. Bu ciddi bir soru işareti benim kafamda. Ardından Genelkurmay Başkanı’nın Konya’daki bir tatbikatı bırakıp olay mahalline intikal etmesi belki güzeldi, yanılmıyorsam Kara Kuvvetleri ve Jandarma Komutanı da olay mahalline geldiler. Efendim Dağlıca bizim içimizde bir yaradır. Vaktiyle Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Osman Pamukoğlu’nu çağırıyor ve soruyor:
- Seni Dağlıca’ya komutan yapmak istiyorum, gider misin?
Pamukoğlu şaşırıyor:
- Paşam ‘Gider misin’ ne demek, vazife verilir ve gidilir, gitmemek gibi bir şey söz konusu olabilir mi?
Doğan Güreş Paşa, şaşırtan bir cevap verir Pamukoğlu’na:
- Pamukoğlu, kaç kişiye teklif ettim, orduevlerindeki rahatı bırakıp kimse oraya gitmeyi kabul etmedi.
Ve Osman Pamukoğlu onurlu bir asker olarak görev verilen Dağlıca’ya gider. Bugün Dağlıca’da 8 şehit verdik, içimiz acı dolu, ama hiç olmazsa Genelkurmay Başkanı ve komutanlar orduevinde eğlencede değil, vazifelerinin başında. Ne tuhaf değil mi, bunu bile kâr sayıyoruz.