Mekanı paranteze almadan...
Anadolu'daki insan mekan ilişkisinin kendine özgü bir ruhu olduğunu düşünürüm. Bu ilişkiyi farklı kılan, her birimizin kendi oluş macerası olduğu gibi, buraya özgü hatıraların, sevinçlerin, hüzünlerin hulasası olsa gerek. Zaten "bizi biz yapan" diye başlayan zamanla içi boşaltılan her ne ise, o, "acı ve sevinçlerin ortak paydası" değil midir? Zaferler kadar bozgunlar, buraya özgü biricikliğimiz kadar iç içe geçen çeşitliliğimiz...
"Han Duvarları" şiirindeki, gurbet, yokluk, çile yumağıyla yoğrulan Anadolu insanının ruhunun taşlarına sindiği muhteşem Osmanlı kervansarayının bitişiğinde, İncesu'nun eski Ermeni mahallesindeki kalıntılar arasında gezinirken ne de çok çapraşık düşünceler hücum ediyor beynime. Burada hissedilen yokluk, harap olan her bir ev Anadolu'nun yapıtaşlarından sökülen bir doku adeta...
Kapadokya'nın giriş kapısı sayılan bu mekanda tarihi tecrübenin inşa ettiği şehir dokusuna inat yükselen; topografya, iklim, hayat tarzıyla barışık olmayan; kişiliksiz ama bir o kadar da tek düze, buyurgan, tek bir hayat tarzını dikte eden konut ve şehir mimarisi, Anadolu'nun çehresini değiştiriyor. Değişen sadece çehre değil şüphesiz...
Müslüman Anadolu insanı buranın birikimini harmanlayıp, var olanı yok etmeden onunla birlikte ve onun içinde yeni bir medeniyet geliştirirken başka bir paradigma da üretti. Muhtemelen tüm İslam coğrafyasında buna benzer hal farklı şekillerde tezahür etti. İslam şehri kurulurken mekanla, coğrafyayla, farklı ve tamamen kendine özgü bir ilişki geliştirdi. Bu paradigmaya dayanarak mekanı paranteze alan bir insan-mekan ilişkisi geliştirdi. Şehirlerimize anlam katan, mekandan bağımsız solukladığımız ve her seferinde bize ilk kez hissi veren espri; mekanı paranteze alan derin sezgi ve idrak olsa gerek. Fiziksel yapısının ötesinde, geri planda, "her şey yerli yerinde" hissi veren, abartı, güç gösterisinden kaçan alem tasavvuruyla birlikte düşünmeden bunu idrak etmek imkansız geliyor bana.
Han duvarlarını, Ermeni mahallesini, eski İncesu'nun mimarisini yansıtan camilerin yükseldiği taş evlerin gölgeli sokaklarını terk edip yanı başındaki dağa doğru yol alıyoruz. Kıvrım kıvrım bir yol... Adeta karşıda yükselen Erciyes'le yarışır gibi. Ağustos sıcağında kurumuş otların sararttığı çıplak bir tepeye uzun tırmanıştan sonra ulaşabiliyoruz. Bir tarafta Erciyes'in görkemli manzarası, diğer tarafta cinlerin haşin coğrafyada yaptığı düğünü hatırlatan peri bacalarının insanı hayretlere düşüren gizemli vadilerinin Kapadokya'sı...
Bu tek ve tenha tepede kubbeli taş bir yapı: TurHasan türbesi... Büyükçe sayılabilecek bu tarihi yapının, insan-mekan-tarih ilişkileri bağlamında izah edilmesini zorlayan bir konumu var. Anadolu'nun, Balkanlar'ın pek çok yerinde yatır, türbe, makam türünden kimi efsanevi, kimi gerçek o beldeyi Müslümanlaştıran "işaret taşlarına" bolca rastlanır. Bunlar, bir kısmı belli bir gerçekliğe tekabül etse bile halkın muhayyilesinde adeta kutsanarak, efsaneleştirilerek o mekanla metafizik bağ kurmayı mümkün kılan tapulardır. Bilincinin derinliklerinde bu masalsı tarih anlatısı, halkın buralardaki aidiyetinin, kimliğinin önemli bir paçasını oluşturur.
TurHasan Türbesi'ni tüm bunlardan farklı kılan 30 km mesafedeki Kayseri şehir merkezindeki en önemli Selçuklu eserlerinin sahibi Hunat Hatun Vakfiyesi'ne ait olması. Selçuklu medeniyetinin şaheserlerini barındıran şehirden çok uzakta, bugünün imkanlarıyla bile ulaşılması çok zor bir dağ başında kurucu bir şahsiyet olan Hunat Hatun'un elinin uzanmasını gerektiren ne olabilir?
Hikaye yalın ve basit... Anadolu ruhu denilen bir derinlik ve sadelikle beraber, Sezai Karakoç'un deyimiyle "metafizik ürpertiyi" yansıtan bir tasavvuru yansıtıyor. Anadolu'yu fetheden Selçuklu komutanlarından biridir TurHasan. Muhtemelen hayatının bir döneminde burada inzivaya çekilerek sûfîce bir deneyim yaşadı. Zira her ne kadar bugün türbe olarak anılsa da burasının bir zaviye olduğu söylenebilir. Büyükçe mescidi ve çilehanesi buna işaret. Ve yapının etrafındaki tarihi mezarlar geniş bir alanı kapsıyor.
Belli ki TurHasan Selçuklularla beraber bu toprakları fetheden, İslamlaştıran gazavat ruhuyla birlikte tasavvufi bir neş'e sahibi...
Bütün sahteliği, abartısı, gösterişçiliğiyle tarihi duyumsama peşindeki insanımızı aptallaştıran turizmin iğvasına karşı, mekanı paranteze alan ruhun esintisini hissettiremezsek bu topraklarda ruhen ve fiziken mülteci olmaya mahkum oluruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.