‘Erdoğan Türkiyesi’, İslâmî görüntüleri arttırıyor mu?
Başbakan Erdoğan, önce ibtal edildiği açıklanan bir proğram içinde, geçen hafta Bağdad’a gitti ve önemli görüşmeler/anlaşmalar yaptı. öylesine büyük bir karmaşa içindeki ve komşu ülkelerin iç bünyelerini de derinden etkileyen bir ülkeye, onun da tıpkı Ahmedînejad gibi gidebilmesi önemliydi.. Tayyîb Erdoğan, ‘partisinin kapatılmak ve kendisine siyaset yasağı getirilmek’ istenmesine rağmen, hiç oralı değilmiş gibi bir görünüm içinde, ülkenin geleceği ve hattâ dünya siyaseti açısından önemli çabalarına bütün hızıyla devam ediyor. Ona, Amerikan ‘neo-con’larının seçkinlerinden olan Amerikan yahudisi Micael Rubin’in ‘Türkiye Putini’ benzetmesi yapıp, ‘onun durdurulması gereği’nden sözetmesi boşuna değildi. Aynı kişi, Erdoğan’ı geçen sene de ‘İslâmo-faşist’ ve -tıpkı Osmanlı gibi- ‘bir İslâm İmparatorluğu kurmak hayali peşinde koşmak’la suçlamıştı..
Erdoğan bu koşuşturmaları içinde, 13 Temmuz günü de Paris’e gitti; ‘Akdeniz Birliği’ denilen netâmeli oluşumun ilk liderler toplantısında hazır bulunmak için.. Bu yeni oluşum, biraz da, Türkiye’nin öncülüğünde, 20 yıl öncelerde oluşturulan ve pek fazla etkinlik gösteremeyen Karadeniz Ekonomik İşbirliği örgütü’nden mülhem idi..
Ama, bu oluşum, Sarkozy tarafından daha fikir olarak ortaya atıldığı ilk andan beri netâmeli idi.. çünkü, AB’ye olan güveni baltalayacağı ve başka bir alternatif gibi algılanacağı gerekçesiyle; herkesten önce de AB’nin lokomotifi durumundaki Almanya’yı rahatsız etti.. Sarkozy de, gönlünü almak için, bu ilk toplantıya Angela Merkel’i de davet etti.. Ne de olsa, Almanya da biraz uzak olsa bile, sahillerinin devamında Akdeniz’le birleşmiyor muydu? (!)
Erdoğan, Sarkozy Fransası’nın Türkiye’nin AB üyeliğine getirmeye çalıştığı engellemeler hasebiyle, bu toplantıya katılmaya son âna kadar soğuk bakıyordu.. Ama, Akdeniz sahillerindeki 18-20 kadar ülkeden sadece 5 ülke (Fransa, İtalya, İspanya, Mısır ve Türkiye) nüfusları 50 milyonun üstünde olan ülkelerdi ve onların içinde de en yüksek nüfus, Türkiye’nindi.. Yani, Pazar Ekonomisi açısından, en büyük pazar.. Yani, böyle bir ülkenin bu oluşuma katılmaması, onun muhtemel başarı grafiğini daha baştan, aşağıya çevirebilirdi.. Onun için, Sarkozy, Tayyîb Erdoğan’la bizzat telefon bağlantısı kurarak, davetini ısrarla yeniledi ve Erdoğan da Sarkozy’den, ‘Türkiye’ye karşı olumsuz tavırlarını sürdürmemesi’ konusunda -lafzen de olsa-, bazı garantiler aldı ve toplantıya bizzat katıldı.. Nasıl ki, Merkel Akdeniz’le komşu olmuşsa, Erdoğan da, kendisini aynı zamanda Akdeniz’de sahili olmayan öteki komşularının da temsilcisi saymış olabilir.. çünkü, Erdoğan, ‘komşularıyla didişen değil, dostluklarını güçlendirerek güçlenebilecek bir Türkiye anlayışı’nı temsil ediyor..
Ama, bu toplantının önemli bir cebhesi daha vardı ki, üzerinde durulmayı gerektiriyor..
O da, liderlerin bizzat veya eşleri aracılığıyla sergiledikleri tavırlar..
Fas Kralı Muhammed, kendine özgü, fesi ve mahallî abayesi içinde dikkat çekiyordu.. Diğer bütün erkek liderler bilinen ortak kıyafetler içindeydi.. Hanımlara gelince.. Pazartesi akşamı verilen yemekte, (galiba Libya Başbakanı’nın eşiydi) bir hanım, müslüman bir topluma aidiyetini yansıtıyordu.. Diğer bütün liderler, eşlerini yanlarında bir biblo, bir süs eşyası, bir zevk ve cinsiyet metaı halinde sergiliyordu.. Ama onların yanında, Tayyîb Bey’in refikası Emine Hanım, müstesna.. O, her zamanki sâdeliği ve inandığı değerleri yansıtan şahsiyetli tavrıyla bir ‘asalet heykeli’ olarak dikkat çekiyordu..
Ama, Hürriyet’in internet sitesindeki yüzlerce yoruma şöyle bir baktım.. çoğu, ‘Atatürk Türkiyesi’nin böyle gösterilmesinden utanç duyduklarını ve bunun ‘Ata’ya ihanet olduğunu’ yazıyordu. ‘Ata’larının ana ve eşinin de 80 yıl öncelerde örtülü olduğunu unutarak..
*‘DİNSİZLER çOĞALMALI!’ DİYEN, CAMİLERİN çOĞALMASINA VESİLE OLUR!
‘Ezan’ bir şeyin yüksek sesle duyurulması mânasındadır.. Biz müslümanların ‘ezan’ dediğimiz ise, ‘Ezân-ı Muhammedî’dir..
Yahyâ Kemal’in ‘Ezansız Semtler’ ve Ahmed Hâşim’in ‘Müslüman Saati’ başlıklı yazıları 80 yıl öncelere aid nefîs yazılardır. İlgi duyanlar, ‘google’dan indirip okuyabilirler..
Geçmişte, Osmanlı döneminde, ezân okumak ve müezzinlik başlı başına bir hüner idi.. Yeni günü başlatan ‘sabah ezanları’ hangi makamda, öğle ve ikindi gibi çalışma saatlerindeki ezanlar hangi makamda, dar vakit anlayışı içindeki ‘akşam ezanı’ ve (eskiden) gecenin başlangıcı sayılan ‘yatsı ezanı’ hangi makamla okunur; bunlar, bir psikoloji laboratuarındaki analizlerde olduğu gibi hassas tahlillerle belirlenmişti. Sadece İstanbul’daki büyük câmilerde, selatin /(sultanlar) camilerinde değil, Bursa, üsküp, Belgrad, Saraybosna, Bağdad, Şam, Diyarbekr, Kahire, Bahçesaray, Şumnu gibi vatan köşelerinde de bu usûle riayet olunurdu..
Tabiatiyle o zamanlar direkt insan sesiyle okunuyordu, ezanlar, metalik ses yoktu.. Teknolojinin gelişmesiyle metalik seslerin uğultusu günlük hayatımızı boğacak ve farkedilmeyecek kadar sıradanlaşınca, ‘ezan’daki mânayı yüksek sesle duyurabilmek için, minarelerde de ‘hoparlör’ dönemi başladı. Ama, henüz 40 yıl öncelerde bile, ‘ezan’ın ve Kur’an’ın, bazı ses mahreçlerinin kaybolduğu gibi gerekçelerle, mikrofon ve hoparlör vasıtasıyla okunup okunmayacağına dair ciddî (görünümlü) tartışmalar yapılırdı..
‘Ezan-ı Muhammedî’, müslümanların Allah’a, Hz. Peygamber’e tâbi olması ve namaz/ibadet için yüksek sesle çağrılmasıdır; bir hatırlatma, bir cismanî ve ruhî uyarma eylemi...
Elbette ki, çağrı müslümanlaradır.. Müezzinlerin, ‘ezan’ı, teganniye kaçmadan, ama, insan ruhunu okşayacak bir letâfette okuması ve hele de sabah ve yatsı ezanlarının yani, insanın en fazla istirahata muhtaç olduğu demlerdeki ezanların okunmasında, hastaların, çocukların veya gece çalışıp, gündüz uyumak durumunda kalan küçümsenmeyecek kitlelerin kulağını tırmalayacak şekilde okunmamasına özel bir dikkat etmeleri gerekir..
Dünkü Radikal’de, Perihan Mağden, 11 yaşından beri dinsiz olduğunu tekrar hatırlatıyor ve ‘ezan’a karşı çıkıyor ve ‘Türkiye’de dinsizler çoğalmalı..’ diyordu. Yani, o da ‘dinsizlik ezanı’ okumuş oluyor, meramını yüksek sesle duyuruyordu. O, 11 yaşından itibaren dese de, biz onu ancak rüşd yaşından itibaren ‘dinsiz’ sayar ve öncesinde İslâm fıtrati üzere olduğunu kabulleniriz, İslâm ölçüsüne göre.. Dinsiz de olsa, kendisi gibi olmayanlara saldırma hakkı yoktur.. Onun bu saldırganlığına karşı.. Belirtelim ki, onun bu çağrısı bile, câmilerin çoğalması ve bunun niçin öyle olması gerekliliğine de daha bir hizmet eder.. P. Mağden baltasını taş yerine, müslümanların kalbine vurmuştur, saygısızca.. Sanki ‘kemalist’lerin de ‘ezan’ istediği gibi bir yanıltmacaya da başvurarak.. Yoksa, ‘kemalist’lerin, kendi zulümlerini gizleyebilmek, iktidarlarını/tahakkümlerini sürdürmek ve müslümanları ‘bakınız ezanlar okunuyor, câmiler açık..’ sahte lûtuflarıyla uyutmak için öyle davrandıklarını o da bilir..
Ben bir kilise çanını hele de geceleri işitmek istemiyorsam, uzak bir mekânı seçerim. Perihan Mağden de yaşadığı topluma saygılı ve kendisi de saygı bekliyor ise, bu yol da açıktır, yani..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.