Yalana dayalı bir tarihle mi kuracağız yarınlarımızı..
İran’da 30-35 yıldan beri dünyayı da derinden meşgul eden ‘İslâm İnkılabı Hareketi’nin dalgaları arasında göze batan ilginç simâlardan Ali Şeriatî ve diğer bazı isimlerle ilgili olarak, bazı tesbit ve iddiaları, yine seçkin düşünce adamlarından A. Kerîm Surûş’la yapılan bir röportaj vesilesiyle, dün, onun ağzından bu sütuna aktarınca.. Birçok mesaj aldım. çoğu, ‘tasavvurumuzdaki görüntüler buğulandı, bazı isimlerin parlaklığına gölge düştü.. Keşke hayallerimizin rengi uçmasaydı.. Onları gündeme getirmeye ne gerek var?’ diyordu..
Halbuki, bu konular mâdem ki medyaya ve kamuoyuna intikal etmişti ve bu iletişim çağında hızla yayılması da kaçınılmazdı; o zaman, bunlara değinilmeden kenarından teğet geçilmesi, bazı gerçeklere gözleri kapamak mânâsına da gelmez miydi? Esasen, ‘Bir büyük inkılabın dalgaları arasındaki mücadelelerin öğreticiliği açısından, konuya kısaca değinmek gereği’ne işaret etmiştim; ‘bu gibi hatırâların iç karartan bir yönünün bulunduğunu’ da belirterek..
Tarih, geçmişe ait olup bitenlerden ders çıkarmak, ibret almak için değil de; hikâye diye okunursa, elbette ki; asıl beklenen faydayı vermeyecektir.. Ve tarihin bize verdiği bilgiler bir ışık hükmündedir.. Bu ışıktan gözleri rahatsız olanlar belki gözlerini kapayabilir, ama, o ışığın ilerlemesi, geleceğin içine doğru nüfuz etmesi, göz kapamakla önlenemez..
•
Şu içinde bulunduğumuz miladî 2008 yılı, dünya Müslümanları açısından son derece önemli sosyal gelişmelerin 100. yıldönümü.. 2. Meşrûtiyet’in 100. yılı.. Meşrûtiyet, yani, Sultan’ın, Padişah’ın, Şah’ın, Melik’in, Kral’ın iktidarına gem vurulması, meşrût hale getirilmesi / şarta bağlanması, sınırlandırılması hareketine verilen isim..
İlginçtir, bizde Meşrûtiyet hareketleri yükselirken, aynı dönemde, İran da, 1906’lardan beri benzer sosyal çalkantılar içindeydi ve bizdeki nice ünlü Müslüman isimler bile Meşrûtiyet diye tuttururken, İran’da ulemâ’dan bazıları, ‘bir Şah yerine yığınla şahlar türetilmesine vesile olacağı’ gerekçesiyle böyle bir harekete karşı çıkıyor ve ‘Biz Meşrûtiyet değil, Meşrûiyet (şeriate bağlı bir yönetim biçimi) istiyoruz..’ diyorlardı.. Bunların başında, Tahran ulemâsının başı olarak bilinen Şeyh Fazlullah Nûrî geliyordu ve o, sırf bu karşı çıkışından dolayı, ‘Meşrutiyet’ ilan edilerek, bir meydanda kurulan halk mahkemesinde, 2 saatlik bir yargılamayı müteakib, aralarında kendi oğlunun da bulunduğu ‘Meşrûtiyetçi’lerin ‘hurraaa’ sesleri arasında, ‘dâr’a çekilmişti..
Bizde de, Meşrutiyetçiler ve daha sonrakiler de -ki, onların alâmet-i farikasını, genelde İttihad-Terakki çeteciliği’ şeklinde isimlendirip geçebiliriz..- sanki daha mı az zorba idiler?
Bugün de, laisizme, bir ‘din’e katı bir bağnazlıkla bağlananlar gibi, halkın inancının sosyal hayatta asla bir yerinin olamayacağı gibi despotik tavırlar sergileyip, bu uğurda gerekirse, ‘bütün bir ülkeyi ve halkı ateşe verebilecekleri’ tehdid ve nutuklarını atanlar yok mudur?
Ve bunlar olurken, asıl facia, bazı hizmetlerinden dolayı nice Müslümanların, kendilerine saygı ile, sevgi ile baktıkları bazı isimlerin bile, ‘Saltanat yıkılsın da, gerisi ne olursa olsun’ zan ve umursamazlığı içinde hareket etmeleri, ‘İttihadçı’lara destek vermiş olmalarıdır..
‘Bunlardan birisi de, yazık ki, Mehmed âkif idi..’ desem ve Said Nursî’yi veya Elmalılı Hamdi Efendi’yi de listeye eklesem, tıpkı bu yazının başında işaret ettiğim üzere, nicelerinin, ‘Bizim tasavvurumuzdaki bazı isimleri gündeme, böyle olumsuz şekilde getirmenin ne mânâsı var?’ diyeceklerini işitir gibi oluyorum.. Halbuki, bunlar bizim 100 yıl önceki bugünlerimizin sosyal mücadeleleri içinde rol alan seçkin aktörlerdi.. ülke ve halkımızın en katı bir ‘laisizm diktatörlüğü’ne nasıl yuvarlandığını ve Müslümanların tarihlerinde hiç tanımadıkları şekilde, bir ‘kişiye tapma hastalığı’nın pençesine nasıl düşürüldüğünü, o zamanki hataları göremezsek anlayamayız..
Evet, hatasız insan aramayalım derken, ‘filanca, şu hatayı yapmıştı’ denildiğinde de, hemen, o isimlerin bütünüyle silinmek istendiğini de anlamayalım..
Ve kezâ, Sultan Abdulhamîd’i hatasız veya saltanat sistemini de matah bir şey sanmayalım.. Denilebilir ki; 100 yıl öncesinin şartlarından uzak bir bakış, bizi yanıltmaz mı?..
Evet, bu tehlike her zaman vardır.. Ama, böyle bir mazeret, bütün taraflar için geçerlidir.
Hadiselerin içinde yaşamak, onları bütünüyle kavramak için yeterli olmayabilir, çok kere.. Ormanın içinde olanların, ağaçların, dal ve yaprakların ötesindeki âlemi bütünüyle algılaması, ormana dışarıdan bakanların içeride neler olduğunu anlamalarından daha güçlü olmayabilir..
Düşünelim ki; bizim düşünce ve duygu dünyamızı şekillendirenlerden niceleri, daha 10-15 sene öncelere kadar, 1923 öncesi dönemin ‘baş lanetli’si olarak Abdulhamîd’i gösterirler ve onu, tıpkı, Fransız tarihçisi Prof. Albert Vandal’ın ilk kez 1895’lerde kullandığı bir nitelemeyle ‘Le Sultan Rouge / Kızıl Sultan’ diye anarlardı. Kemalist / laikler ve onların rüzgarına kapılanlar da bu nitelemeyi çok sevmişlerdi.. Merhûm Necîb Fâzıl’ın, ‘Ulu Hakan Abdulhamîd Han’ isimli eserini yazmasına kadar.. Gerçi o da, Abdulhamîd’i belki olmadığı derecede yükseltmişti, ama o hakaretlere karşı ancak böyle bir tepkiyle karşılık verilebilirdi.
Bu arada gözden ırak tutulmaması gereken bir diğer nokta da herhalde şu olmalıdır ki; Abdulhamid’den sonra 3 Osmanlı Padişahı daha gelmişti.. Onlardan sonuncusu Padişah Vahdeddin, yine de epeyce ağır suçlanmıştı, ama aradaki diğer ikisi bilinmez bile..
O halde, niye hep Abdulhamid suçlanırdı?..
çünkü Abdulhamîd, geçmişteki nice Padişahın düşünemediği derecede ve o günün dünyasıyla yarışmayı göze alabilen geniş ufuklu bir sosyal yapılanmaya, mektebleşme, sanayileşmeye ve devletin içine düşürüldüğü dış borç bataklığından kurtarılmasına dair alanlarda çok büyük adımlar atmıştı.. Osmanlı için diplomasi literatürüne yerleşen deyimle ‘Hasta Adam’, şifa bulabilirdi.. O halde, emperyalizm ve yerli hizmetçilerince karalanmalıydı. Ve 1923 sonrası rejim de, onun etkisini kırmak için, 75 yıl daha onu suçladı..
Ve bu arada Vahdeddin de ‘vatanı satan hain Sultan’ idi.. çocukluklarımız bu yöndeki şiirleri okuyarak geçti. Ve bugün görülüyor ki; Sevr Antlaşması, Vahdeddin tarafından imzalanmamış ve uygulamaya konulmamıştı. Ve Ecevit bile, ömrünün son deminde, ‘Vahdeddin hain değildi..’ deyince, Demirel, ‘Cumhuriyet, bu iddiayı kaldıramaz!’ demişti.
Bu, boş bir söz değildi de; yalanlar üzerine kurulu bir tarihle mi kuracağız geleceğimizi?
Geçmişi, bugün ve yarınlarımızı yanlışlardan korumak için, daha mâkul ve daha âdil ölçülerle anlamaya çalışmalıyız, hele de bu 100. yıldönümü vesilesiyle.. Yoksa, hendeğe yuvarlanan kişi, düşüş sebebini anlayamazsa, tekrar yuvarlanmaktan kurtulamaz.. Kaldı ki; biz o hendekten hâlâ da çıkmış değiliz.. Ve hatasıyla, sevabıyla, o tarih bizim geçmişimizdir ve geleceğimizi de o etkileyecektir..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.