Müslümanların birliğini laik rejime bağlamak
Diyanet Teşkilatı, “Müslümanların birliği”nin teminatı mı? Bu teşkilat olmasaydı Müslümanlar parçalanır mıydı? Teşkilat “vahdet”i sağladı mı ki? Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’a göre, “Diyanet İşleri Başkanlığı kalkar veya kaldırılırsa, bu milletimize yapılmış en büyük kötülük olur. İnsanlarımızın ayrışmasına yol açar. Cami cami bölünmesine neden olur.”
Böylece “laik rejimin genel idaresi” içindeki bir kurumu Müslümanların birliği için şart koşan Bakan Bozdağ, Diyanet Teşkilatı’nı “ülkenin birlik ve beraberliğinin çimentosu” olarak görüyor. Ancak bu “çimento”da bir gariplik var. Zira Anayasa’nın 136. maddesine göre; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Demek ki TC’nin “laik kimlik”i içinde yer alan ve İslâm’ı temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı; “İslâm’ın siyasi görüş ve düşünüşü”nden de uzak olacak, ancak “laiklik” ilkesi doğrultusunda hareket edecektir. Amacı milleti devlete bağlamak olacak, “Kur’an’a aykırı Anayasa”ya göre çıkarılan kanununda gösterilen görevleri yerine getirirken, -nasıl olacaksa- Kur’an’ı da temsil edecektir!
Nitekim “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”un 1. maddesine göre Başkanlık, “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere” kurulmuştur.
Dikkat edin, sadece “inanç”, “ibadet” ve “ahlâk” kuralları ile ilgili “işler”i yürütmek üzere kurulmuş. Muamelat yok. Ukubat yok. Yani şeriat yok, dinin kalan kısmı yok. Yani “İslâm” yok. İslâm’dan kimi unsurları taşıyan bir “din” biçimlendirilmiş ve bunu “İslâm” adıyla topluma benimsetme görevi de Diyanet Teşkilatı’na verilmiş.
Bu yazıda, Diyanet Teşkilatı’nda görevli “kişi”leri suçluyor, itham ediyor değilim. Sadece, “kurumun sistem içindeki yeri”ne ve “rejimin kuruma biçtiği rol”e değinerek, “rejimi/sistemi meşrulaştırma fonksiyonu” verilmiş “kurum”u “Müslümanların birliğinin garantisi” görme/gösterme manipülasyonuna dikkat çekmek istedim.
Sayın Bozdağ, M. Kemal’in Çankaya Köşkü’nde kendi ikametinin yanında Diyanet İşleri Başkanı’na ikamet vermesini, kuruma “verilen değer”in göstergesi sayıyor. Ancak burada iki sıkıntı var:
Birincisi, Diyanet Teşkilatı, “değer” açısından “İslâm’ı hayattan söküp atan devrimler”i yapan “M. Kemal nezdinde akredite” ediliyor. İkincisi ise, bunun “değer vermek” değil de “rol biçmek” ve “biçilen rolün ifasında aksama olmaması için denetim ve gözetim altında tutmak” olduğu gizleniyor.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Diyanet Teşkilatı’na biçilen rol, “dinden uzaklaşma”yı normalleştirmek, “devlete bağlı din formülasyonu”nu “dindar toplum”a kabul ettirmek, yeni bir formatla yeniden tanımlamak için yürütülen “İslâm’ın reforme edilmesi” çalışmalarını kamufle etmekti. Bu hususta ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, kendisine verilen görevi ifa ederek M. Kemal’in takdirini kazanmıştı. Yani asıl sebep “değer vermek” değil, Başkan’ı kontrol ederek yapılan “din dışı ve dini imha etmeye yönelik devrimler”i sanki “dine uygunmuş gibi” gösteren “bel’ami fetvalar” almaktı.
Falih Rıfkı Atay, Hilâfet’in kaldırılmasına nasıl karar verildiğini şöyle anlatıyor:
“Atatürk, o akşam biz devrimcileri sofraya çağırdı... ‘Çocuklar, yarın Hilâfet’i kaldırıyoruz’ dedi. Çılgınca alkışladık... ‘Geçin öbür odaya, yazın bir takrir. Ben onu hocalara imzalatayım. Hilâfetin kalkmasını hocalar istemiş olsun.’ Geçtik yazdık. Sabah ..... hocaların kendi aralarında toparlanarak, ‘Hilâfeti ilga takririne’ ateş püskürdüklerini Atatürk’e haber verdik... Öfkelenerek; ‘Çağırın bana Rıfat Hoca’yı’ dedi. Çağırdılar... Yüzüne bile bakmaksızın, ‘Hoca, şu takriri imza et’ dedi. ‘Ama paşam, Hilâfetin ilgası gibi ciddi bir konuda, müzakere filan olmaksızın... Sonra biz, din adamları bunu istemi...”
M. Kemal, Rıfat Börekçi’nin sözünü keser: “Hoca imza et dedim, keyfini bozarım sonra!”
Falih Rıfkı Atay devamla diyor ki: “O günlerde İstiklâl Mahkemeleri, her gün birçok kişiyi sallandırmakta zaten... Rıfat (Börekçi) Hoca biraz yutkundu, ama mecburen imzaladı.”
Nitekim Rıfat Börekçi bu imzasının karşılığını görür ve ilk Diyanet İşleri Başkanı olur. Çünkü, “keyfi bozulmasın” diye İslâm’ın hayattan kaldırılmasına fetva vermeye yatkın olduğunu göstermiştir.
İşte Diyanet Teşkilatı’nın harcı böyle atılmış, işlevi buna göre belirlenmiştir. Şimdi laik rejime göre rol biçilmiş bu Teşkilat’ın “Müslümanların birliğini sağladığı”nı iddia etmek doğru mudur, siz karar verin. Üstelik de Sayın Bozdağ’ın tabiriyle, bütçesinden “dinî yatırım”a harcama yapmazken...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.