Susurluk’tan Ergenekon’a...
2007 Haziran Ayı’ndan beri sürdürülen ve geçtiğimiz günlerde iddianamenin mahkemece kabul edilmesiyle, mahkeme safahati başlamış olan Ergenekon davası ile alakalı ‘sulandırma’ çabalarının, bir nebze olsun hafiflediği malum.
Ergenekon Oluşumuna ya da mensup olanlara sıcak bakanlar, belki de konumları itibariyle sıcak bakmak zorunda olanlar, çabalarını yine de sürdürüyorlar tabii ki.
Ergenekon meselesi çeşitli veçheleri ile tartışılırken, 1996’da meydana gelen bir trafik kazası(?) sonrası ortaya çıkan Susurluk meselesine de atıflar yapılıyor. Ve bu atıflar da, genellikle ‘belden aşağıya vurma’ şeklinde gerçekleştiriliyor.
Milliyet’ten Derya Sazak, 26 Temmuz’da, ‘Ergenekon şimdi’ başlıklı yazısında şöyle diyor:
“... Susurluk’taki “çete” kazayla deşifre olduğunda Erbakan “fasa-fiso” diye skandalı örtbas etmeye çalışmasa, devletteki örgütlenmenin askeri ve siyasi kadroları “dokunulmazlık” zırhıyla korunmasa Türkiye geçen on yılda yeni siyasi cinayetlere, Şemdinli gibi bombalama olaylarına sahne olmaz, Hrant Dink göz göre göre öldürülmezdi. Trajik olan, Refahyol’un rolünü bugün CHP’nin üstlenmesi ve Baykal’ın “Ergenekon’un avukatlığına” soyunmasıdır...”
Derya Sazak’ın, Baykal’ın Ergenekon avukatlığına soyunmasının trajik olduğu ve yazının bundan sonrasında dile getirdiği, ‘Ergenekon hesaplaşmasının şimdi başladığı şeklindeki kanaatlerine katılıyoruz tabii. Ancak ‘Erbakan’ın Susurluk olayını örtbas etmeye çalışması’ şeklindeki bir iddianın, en azından insafsızlık olduğunu söylemek borcundayız.
Susurluk’taki kaza sonrası Refahyol Hükümeti’nin, yapılabilecek her ne varsa tamamının yapılması için harekete geçtiği, tarihi bir vakıadır. Derya Sazak, bu durumu en iyi değerlendirebilecek kişilerden birisidir belki de.
TBMM’de oluşturulan Susurluk Araştırma Komisyonu ve bu komisyşon tarafından hazırlanan ünlü Susurluk Raporu herhalde hafızalarda hala canlıdır.
Ve hafızalarda canlı olması gereken bir başka şey de, bu komisyona ifade vermesi için çağrılan bazı kişilerin her nasılsa komisyona gelmemeleri ve bu hususta da, en azından bir kısım medyadan yaygın destek bulmuş olmalarıdır.
Bırakın rütbeli olanları, sıradan bir erin ya da yine sıradan bir polis memurunun, TBMM’nce oluşturulan Susurluk Araştırma Komisyonu önünde, ‘devlet sırrıdır, konuşamam’ şeklinde sözler sarfettikleri ve bu durumun bazı çevrelerden destek bulduğu da, bilinen gerçeklerdendir.
Yine Susurluk denilince hatırlanması gereken bir başka önemli husus ta, ‘Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak’ gibi iddialı bir sloganla başlatılan ‘Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemlerinin hedefinden saptırılarak, mevcut iktidara karşı protesto gösterileri şekline çevrilmesidir..
Susurluk’la başlayan sürecin, hemen ardından başlatılan 28 Şubat süreci ile ne kadar alakalı olduğu ve 28 Şubat’a destek verenlerin, aslında Susurluk kazası ile ortaya çıkması muhtemel bazı gerçekleri örtbas etmek niyeti taşıyıp taşımadıkları da, başka bir mesele.
Susurluk kazası ile ilgili olarak yapılması gereken şeyler bütünüyle yapılmadı veya yapılamadı ise, bunun tek suçlusu olarak zamanın hükümetini göstermek, o dönemde yaşananları bilmeyen ve takip etmeyen birisi sözkonusu olursa, normal kabul edilebilir belki.
Ama o günleri yaşayan ve gelişmeleri takip eden hemen herkesin bildiği gibi, olayın kendisine dokunacağı kesin olan çevreler, başta medya olmak üzere geniş bir destek zemini bulmuşlardı. Susurluk meselesinin dibinin bulunamamasının en önemli sebeplerinden birisi, şüphesiz budur.
Susurluk’ta örtbas edilen bir şeyler varsa, bunun dönemin hükümetinin kabahati olduğunu söylemek, ciddi bir haksızlıktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.