“Bel’am”lar “İslam anlayışı”nı bozuyor-1
Kur’an’ı bozamadılar, ama “Kur’an’ı anlama tarzı”nı bozdular. İslam’ı yozlaştıramadılar, ama “İslam anlayışı”nı yozlaştırdılar. “Hakk”ın yerine “batıl”ı, “iman”ın yerine “küfr”ü, “tevhid”in yerine “şirk”i, “İslam”ın yerine “beşer mahsulü tuğyan ideolojileri”ni, “Hakka teslimiyet ve itaat”in yerine “isyan”ı... hakim kıldılar. “Allah’ın hükümleri” ayaklar altına alındı. “Allah düşmanları”, şeytanın dost ve yardımcıları, kendi heva ve heveslerinden uydurdukları ideolojileri hayata hakim kıldılar. Bunu “din adına” ve “suret-ı hak”tan gözükerek yaptılar.
Önce “toplumsal bilinç” ve “toplumsal hafıza” silindi. “İslami kavramlar”ın anlamları muğlaklaştırıldı. Ardından bu kavramların içi başka bir anlamla doldurulup “İslam algısı” dönüştürüldü. “İslami motifler”le süslü de olsa, yeni anlamın İslam’la alakası yoktu. Yeni tanımlama, “eğitim-öğretim”le ve “kitle iletişim araçları”yla yayıldı; yetersiz kalan durumlarda “yasal-adli ve idari baskı” devreye girdi. Şiddetin temsil ettiği bir “kayıt silme mekanizması”ndan ibaret “Devrim Yasaları”na başvuruldu. Silinen değerlerin yerine yenileri ihdas edilip “toplumsal yapı” değiştirildi. Böylece, İslam’a dair kavramlara yüklenen yeni anlamlar belleklere işlendi; “toplumsal bilinç” yeniden biçimlendirildi, “sosyal hafıza”nın içi bu yeni biçimle dolduruldu.
Temelinde “Lâiklik” olan bir düzen kurdular. “Lâik toplum” yetiştirilecekti. Bunun için İslam’ı yeniden tanımlayıp “Lâik İslam” oluşturmaya çalıştılar. Hayatın her anını ve alanını kuşatan İslam’ı “vicdan dini”ne dönüştürmek istediler. “Vicdanlar”a hapsedilen “Devlet İslamı”na göre din, sadece “birey ile ‘Tanrı’ arasındaki ruhani ilişkileri düzenleyecekti.” Böylece “İslam’ın alanı” daraltıldı. “Allah-Birey-Toplum-Evren” arası ilişkileri düzenleyen İslam, tamamen “toplumsal hayatın dışı”na itilip “bireysel vicdanlar”a hapsedildi. Önce “Allah-kul ilişkisi”ne indirgendi; sonra bu ilişkinin her boyutuna şamil olmaktan çıkarılıp, sadece vicdanda yer bulan “ruhani bağ”a dönüştürüldü.
İslam’ın yeniden tanımlanması, “devlet felsefesi”, “siyaset anlayışı” ve “hukuki metinler”in içerikleri ve gerekçeleriyle, “resmi platformda sistematik olarak” yürütüldü. “Din kuralları”nın “yürüyen hayat”ta “değişen ihtiyaçlar”ı karşılamada yetersiz kaldığı iddia edildi. Bunun için insan, hayatı düzenleyen yasaları kendi yapmalıydı. Böylece İslam, “çağın şartları” bakımından “yetersiz”likle tanımlandı; bu yapılırken “dinler vicdanlarda ve mabedlerde kalmalı, maddi hayatın ve dünyanın işlerine karışmamalı” dendi.
İlerleyen aşamada “resmi ideolojinin bel kemiği olan Laiklik” ile İslam arasında herhangi bir çatışmanın olmadığına, bunların birbirine uygun düştüğüne dair kesin kanaat oluşturulmaya çalışıldı. “Hem inançlı Müslüman, hem de Laik” olmanın hiç de yanlış olmadığı işlendi. Bu arada İslam’ın Laiklik’e uygun düşmeyen(!) hükümlerini savunmak suç(!) sayıldı. “Din işleri” ve “devlet işleri” ayrımlaşması yapıldı. “İslam Şeriatı” reddedildi. Üstelik bütün bunlar bel’amların diliyle, “İslam’danmış gibi” sunuldu.
İslam’ın hayatla bağlarını koparıldı. “Bireyin vicdanına hapsolmuş; siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi, kültürel vb. sahalarda hükmü geçmeyen; birtakım tapınma hareketleri, kısıtlanmış bir ahlâk anlayışı ve kafalarda kalan soyut ve bulanık bir inanıştan ibaret İslam” algısı oluşturuldu.
İslam’ı “Resmi din anlayışı”na göre tanımlama eğitimi veren okullar açıldı. Bu okullarda İslam değil, birtakım “rejim hurafeleri” öğretilerek, “rejime sadık din adamları sınıfı” üretildi. Çünkü onlara “Atatürkçü hoca” lazımdı, “Şeriat uleması” değil.
“Resmi Din Anlayışı”nda din; “Lâiklik’in gereği kadar” fonksiyon icra eder. “Devlet düzeni” olamaz. “Yasama”da; sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki konularda hükümleri geçmez. “Hüküm koyma ve hakimiyet hakkı” Allah’a değil, beşere aittir. “Kabul ve ikrar”ı gerekmez. “Vicdan ve ibadet işin”den ibarettir; “vicdanda kalan inanç” sistemidir. “Atatürk ilke ve inkılapları”na aykırı olamaz.
Yani “Resmi din anlayışı”nda kabul gören İslam, “Şeriatsız İslam”dır.
Müslümanlar ise, “hem devlete sorumlu vatandaşlık bilinci, hem Allah’a bağlı kulluk görevi” ile yükümlüdür. Bu ikisinin te’lifi ise “Laik Türk Müslümanlığı” adıyla formüle edilmiştir. Bu hengâmede “ortalama vatandaş”ın İslam’a yaklaşımı şöyledir: “Resmi ideolojinin istediği gibi Müslüman olmak, resmi ideolojinin tanımladığı kadar İslam’ı anlamak ve resmi ideolojinin müsaadesi kadar İslam’ı yaşamak...”
Nihayet üretilen “ılıman İslam” terimi ile, “Hanif özellikler” taşıyan, ama küfrün, batılın, şirkin, tuğyanın yaşamasından rahatsız olmayan; hatta onlarla barış içinde ve bir arada yaşayan; “düzen”e karışmayan, “cihad şuuru” olmayan, dünyanın “egemen güçler”ine karşı çıkmayan; ama namaz kılan, oruç tutan bir Müslüman tipi oluşturuldu.
Şimdi bu “Müslüman tipi” hayatın İslam’a uygun olup olmadığına bakmıyor, İslam’ın hevâsına ve rejime uygun olup olmadığına bakıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.