Parti kapatılırsa dünya ne der?..
AK Parti aleyhine açılmış kapatma dâvasının finalinin eli kulağında. Kapatma gerekçesinin; bu partinin “laikliğe aykırı fiillerin odağı” olma iddiasını, bir de ben hatırlatayım.
Dâvaya ülke içinde gösterilen reaksiyonlar hepimizin malûmu; bir taraftan kendi iradesine saygı duyulmamasını içine sindiremeyen toplumun kahir ekseriyetinin öfkesi, diğer taraftan da sahip oldukları imtiyazları ile yaşam tarzını koruma adına kapatma dâvasını destekleyen azınlığın kapatma ısrarı.. Bir de bu gerginliği had safhaya taşımayı hedefleyen ve bu çatışmadan darbe altyapısı hazırlığında iken yakayı ele veren Ergenekon çetesi..
Bu ülke içi manzara. İnsanımız, bütün irrasyonelitesine rağmen meselenin farkında. Lâkin, Türkiye’yi göz ucuyla izleyen uluslararası kamuoyuna gelince; yaşananlar tam bir muamma! Neyi nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Gittiğiniz birçok yerde bu konularla ilgili meraklı sorulara cevap yetiştirme zorunda kalıyorsunuz.
Genel kanı, Cumhuriyet Başsavcılığı makamı adına açılmış bir kapatma dâvasının mutlaka önemli gerekçeleri olmalı. Muamma da burada başlıyor, zira, onların gözlemlediği AK Parti, ılımlı ve uyumlu bir tablo çizdi hep, bilmedikleri ne olabilirdi acaba?!..
Bu kanaatin oluşmasındaki basit sebep ise, bu partinin iktidarı döneminde gördükleri icraatlar. Şöyle özetlenebilir:
Türkiye demokrasisi iyi yolda gidiyordu. Seçimle iktidara gelenler, seçimle yerini başka partilere devredecekti. Olgunlaşmakta olan demokratik yapı, toplumun farklı katmanlarını; İslâmcıları, Kürtleri ve Alevileri kendi problemlerine barışcı yollardan ve sistem içi çözüm aramaya itiyordu. Bu da toplumsal barışı daha güçlü kılıyordu.
AK Parti milletvekillerinin önemli bir bölümü, İslâmcı geçmişten gelen dindar insanlardı. Dindarlıklarını devam ettiriyorlardı, ama İslâmî projeleri yoktu; ne açık, ne de gizli. Gizli ajandanın parametreleri diye görünen ve kimi çevreleri rahatsız eden birtakım uygulamalar, dindarlığın güncel hayata uzanan tabiî izdüşümleriydi, o kadar.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üyelik serüveninde de bu hükümet döneminde harcadığı enerji kadar hiçbir parti iktidarı döneminde harcamamıştı. AB ülkelerini bile şaşırtan bir tempo sergilemişti. Türkiye’nin üyeliğini hakikaten isteyen ülkeler takdirlerini peş peşe sıralarken, üyeliğe karşı olan ama bunu gizleyen ülkeler ise; “Nasıl olsa bunlar gerekli reformları yapmazlar!” havasından çıkmış, gerçek niyetlerini yaşanan gelişmelere paralel, hem de panik havasında dışa vurmaya, Türkiye’nin üyelik yoluna takoz koymaya başlamışlardı.
Başbakan Erdoğan, katıldığı kimi ekonomik zirvelerde, “sermayenin dininin olmayacağını” söyleyecek kadar liberal ekonomiden yana tavır koymuştu. Refahyol Hükümeti’nin başına gelenlerden ders alındığından, küresel düzeni rahatsız edecek D-8 ülkeleri gibi projelere pek vurgu yapılmamıştı.
Türkiye, bölgesel bir güç olarak yükseliyordu elbette, ama bunu küresel güçlerin aleyhine değil, müşterek çıkarlar dengesinde yapıyordu.
Bu hükümet döneminde, İslâmî câmiada dünyevîleşme süreci hızlanmış, hem yerel, hem de küresel çapta liberal ekonomik sisteme entegrede alınan hız, başta yabancılar olmak üzere pek çok çevreyi şaşırtmıştı. öyle ki; Anadolu şehirlerinin ekonomideki atılımları birçok araştırma kurumunun çalışma konusu olmuştu. Kayseri şehrinde yaşanan ekonomik atılımı, “İslâm’ın Protestanlaşması” diye analiz ediyorlardı.
Bunun son örneği de; İtalyan Le Repubblica gazetesi, Ekonomi ekinde Türkiye'deki ekonomik gelişmeyi; “İslâm ahlâkı ve kapitalizmin ruhu” başlığıyla işlemesi oldu.
Komşularıyla sıfır problem eksenli bir siyaset izleyen, Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan, 5 kıtayla aynı anda ilişki kurabilmeye çalışan ve sorunlara çözüm arayan bir ülkeye evriliyordu Türkiye.
Cumhuriyet döneminin başat düşmanı Yunanistan’la bile iyi ilişkiler gerçekleştirilmiş, Kıbrıs sorununda kendisine oy vermiş kitleleri endişeye sevketme pahasına, ezber bozucu politikalar izlemiş bir partiydi AK Parti.
Türkiye fotoğrafı dışarıdan böyle gözüküyordu. Nasıl olmuştu da “laikliğe aykırı fiillerin odağı” hâline gelmişti ve dünya da bunu görmemişti, bu nokta tam bir muamma işte!..
Bu konuyla ilgili bana soru yönelten yabancılara, Türkiye gerçeğini anlatmakta önceleri zorlanıyordum. Sonraları cevap vermeyi bıraktım. Soranlara; “Benim veya başka birisinin yorumlarına bakmayın. Savcının iddianamesini okuyun” demede çözümü buldum. Niye mi?..
İddianamenin önemli kısmı İngilizce’ye tercüme edilmiş hâlde internet sitelerinde mevcut. Merak edip de iddiaları okuyanlar, tırışkadan bir dâvayla karşı karşıya olduğumuzu hemen anlıyor da ondan. Hukukçu bir akademisyene de tavsiye etmiştim. Okumuş. “Hayatımda böyle sürreal bir iddianame görmedim!” demişti.
Diyeceğim şu: Türkiye yargısı, el âleme karşı kendisini sıfırlıyor. Bir hatayı daha fazla devam ettirmemeli; “yargı darbesi”, “yargı diktatörlüğü” gibi sıfatlarla anılacak tavırlardan kaçınmalı. Hem kendi, hem de ülkenin imajı için.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.