Hüznün ve huzurun estetiği
Bir şeyin hasreti ne kadar çekilirse yokluğunun acısı da o kadar duyulur. Bir annenin ahirete intikal etmiş evladına, bir kadının gurbete yolladığı eşine, bir yaşlının genç ve dinç hâline, bir hastanın yitirdiği sıhhatine duyduğu hasret gibi meselâ.
Geçenlerde üniversiteden Cezayirli mesai arkadaşım rahatsızlandı. Bir süre hastahânede tedavi gördü. Doktorlar hemen ameliyat olması gerektiğini aksi takdirde her an rahatsızlığının kansere evrilebileceğini söylediler. Ameliyat olacağı günü bekliyor şimdi. Zaman zaman konuşuyoruz, onun sıhhate olan iştiyakı, sıhhatimizin değerini bilip hakkıyla şükür etmediğimizi hatırlatıyor.
Karşı dairemde oturan gayrimüslim Çinli komşumu bir süredir göremiyordum. Genelde asansör önünde karşılaşır, hâl hatır sorardık. Merak ediyordum, neden gözükmüyor diye.
Cuma günü yine asansörün önünde karşıma çıktı. Yanındakiler olmasaydı tanıyamayacaktım neredeyse. O kadar kötüydü yani. Yaşlı annesi, hanımı ve iki küçük çocuğu kendisine yardım etmeye çalışıyorlardı. Meğerse iki ay önce kalp krizi geçirmiş. Sol tarafı felç olmuş, vücudu şişmiş ve konuşmakta zorlanıyor.
Ailesi eksersiz yapması için koridora çıkarmış. 35 yaşlarında. Başına gelenlere çok üzülmüş. Zar zor benimle konuşmaya çalıştı. Ailenin büyük bir dram yaşadığı yüzlerine çöken kasvetin ağır tonundan anlaşılıyor. Küçük çocuklar genç ve dinamik babalarını böyle görmeye alışamamışlar, belli. Biraz konuştuk ama ruhen dağılmış gibiydi.
Bir Müslüman olarak gayrimüslim komşuma bu durumda ne söyleyebileceğimi doğrusu önce tam kestiremedim. Az bir tereddütten sonra ve biraz seküler bir muhtevada kendisine tez sıhhat diledim. Hasretin gözlerinde çaktığı pırıltılarla bu temennime çok içten iştirak etti.
Milattan önce 6. asırda yaşamış meşhur Çinli filozof Lao Tzu’ya atfedilen bir söz vardır, şöyle der:
“Tanrı size istediğiniz insanları değil, ihtiyacınız olan insanları verir. Öyle ki bu insanlar size yardım edecek, sizi incitecek, acı verecek, sizi terk edecek, sizi sevecek ve olmanız gereken insan olabilmenizi sağlayacaktır..”
Olmanız gereken insan kıvamı...
Acaba diye bir iç çektim, Çinli komşum Çinli Lao Tzu’nun bu hikmetli sözünü biliyor muydu? İnsanın hayatında sahih bir “Rab” inancı olmadığında yahut silik olduğunda başına gelenleri hakkıyla anlamlandırabilir ve teslimiyet gösterebilir mi?
Aksi takdirde insan kaybettiğine çok hayıflanır ve hayıflanmayı bir yaşam tarzına dönüştürebilir. Bu hâl büyürse de depresyona; yani fizikî ve ruhî çöküntüye girebilir.
Zaten insanı asıl üzen şey; ya değer verdiği şeyleri kaybetmesi ya da arzuladığı şeyleri elde edememesidir. Bu iki şeyden müstağni olamama hâli. Tenezzül etmemeyi başaramamak onun özgürlüğüne bile mal olabiliyor. Boşuna denmemiş, dünyada hiçbir şeye minnet etme, özgürlüğünü ancak bu şekilde koruyabilirsin, diye.
İnsanlar acılarını ve sevinçlerini hissediş derinliklerine paralel yaşarlar. Derinliği fazla olanın acıları hissediş şekli ve onu dile getiriş tarzı da estetik olur. Hüznün ve huzurun estetiği mi olur demeyin. Asıl estetik bu ikisinden doğar.
Düşüncede, sanatta, mimaride, hayatı inceden inceye örgülemede başarılı olmuş eserlere baktığınızda ortaya konan o sanat eserlerine mündemiç derin bir özlemin yahut bir şeyi elde edememenin vermiş olduğu içkin bir acının izlerini görürsünüz. İnsan hissiyatını eserine yansıtır çünkü.
İnsan, acıyı da huzuru da ruhunda yaşar. Yokluğun acısına katlanabilmenin ve huzuru daim kılmanın yolu da sahip olduklarına kanaat etmeyi bilmekten geçer. Rabbine taalluk etmeyen bir ruh, sizde kanaat edebilir mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.