Sistem değişikliğinin Taksim ayağı
Türkiye bir “yol ayrımı”na gelip dayandı. “Sistemin değişeceği” kesin. Kavga, bu değişimin “nasıl”, “hangi niteliklerde” ve “ne yönde” olacağı üzerine. “Olaylar”ın da, “icraatlar”ın da yansıttığı kodlarda “kaçınılmaz değişim”in izlerini görmek mümkün.
Taksim merkezli olayların sistem değişikliğine dair hangi kodları taşıdığına bakmak lazım. Zira, Taksim’de neler olduğuna dair, meselenin iki yönüne değinen yok: “Sistem değişikliğinden pay kapma yarışı” ve “dikkatlerin, arkaplanda yürütülen “derin çalışmalar”dan uzak tutulması stratejisi.”
Eğer mesele “ağaçların kesilmemesi” ise, eyvallah. Taksim ve civarında, gölgesinde oturulacak, “şehrin ‘betonik’ görüntüsü”nden sıyrılıp kucağına sığınılacak tabiattan bir parça, sadece o parktaki ağaçlar. Her ne sebeple olursa olsun, o ağaçları kesmeyi hoş karşılamak çok nahoş. Hükümet, Taksim’de gerekli düzenlemelerin mutlaka yapılacağını, ancak ağaçların kesinlikle kesilmeyeceğini açıklamalı.
Kimsenin, Taksim’de yaşananların “çevreci duygular”ın eseri olduğunu zannedecek kadar saf olduğunu sanmıyorum. Zira sadece İstanbul’da, aristokrat çevrelerin onbinlerce ağacı keserek üzerine oturduklarını biliyoruz. Sadece bu bile “samimiyetsizlik”i bir “sinsi plân”ın maskelediğini; aslında olayların, bir “derin kalkışma”nın eseri olduğunu göstermeye yeter.
Gösterilerin, Erdoğan’da görülen “diktatörlük eğilimi”ne karşı “özgürlük kalkışması” olduğuna dair iddiaların da gerçeği yansıtmadığını, eylemcilerin referans noktasından anlamak mümkün: “Laik-Kemalist diktatörlük”ü eski ihtişamıyla yeniden tesis etmek...
Erdoğan’ın olmayan diktatörlüğüne karşı çıkanların, toplumu canından bezdiren “Laik-Kemalist Diktatörlük”ü referans almaları, eylemlerin aslında “çevreci” ya da “özgürlükçü” olmadığını, ülkeyi yeniden “kuruluş yıllarının karanlık dehlizleri”ne götürme kaygısını taşıdığını göstermeye yeter de artar. “Kim bu ülkenin başına diktatör olmaya kalkışırsa, hep birlikte alaşağı edelim. Mevcut Laik-Kemalist diktatörlüğün kurumsallaşmış bürokratik hegemonyasını da birlikte devirelim” deyin bakalım, kabul ederler mi?
Türkiye yol ayrımına geldi ve yola nasıl bir sistemle devam edileceğine karar verilecek. Bu hususta iki ana proje çarpışıyor. Biri, Laik-Kamalist oligarşinin devamından yana olan statükocu yaklaşım. Bunlar, ülkenin 1925-1950 arasındaki haline geri döndürülmesinden, ya da hiç değilse “askeri vesayet”e dayalı “derin yapıların tasallutu”nun yeniden tesisinden yanalar. Diğer proje baştan çıkarıcı: Şeklen Laik-Kemalist rejimi “ılıman İslam” anlayışıyla örtüştürüp, Osmanlı’nın egemen olduğu coğrafyada Türkiye’yi “bölgesel güç” yapmak!..
Ancak dikkatinizi çekerim, takipçileri arasında iyi niyetliler bulunsa da, aslında iki proje de kendi kurgumuz değil, bize özgü dengelerden kaynaklanmıyor. Birinci proje “yerel derin güçler”in, ikinci proje “küresel derin güçler”in desteğini almış görünüyor. Taksim’de onüç ağacın kökünde patlatılan “sosyal bomba”nın arkaplânında, bu yol ayrımında “ülkenin istikametinin hangi kulvara döndürüleceğine dair pay kapma kapışması” var.
Bu kavgayla toplumun çeşitli kesimleri arasında çatışma çıkarılmak isteniyor! Dikkat edin, üçüncü köprünün ismi üzerinden bile Alevi-Sünni ayrımlaşması üretilmeye, geçmişin defterleri karıştırılmaya, Safevi Şiası’nın Anadolu’daki yıkıcı ve bölücü faaliyetlerine dur diyen devlet duyarlılığı “Alevi kıyımı” olarak gösterilmeye başlandı. Suriye vesilesiyle bölgedeki yayılmacı emelleri açığa çıkan Safevi Şiası’nın, ta “Şah İsmail-Yavuz Selim kapışması”na kadar geriye giden ihtilafları körüklediği gözlerden kaçırılmamalı. Bu arada nasıl olup da İsrailcisinin, İrancısının, Ergenekoncusunun, ateistinin, komünistinin, ulusalcısının, “iyi niyetli çevreciler”in arkasına saklanarak ortak bir paydada buluştukları gözden kaçırılmamalı. Bütün bunların, “diktatörlük” yaftasıyla Başkanlık sisteminin yollarını tıkamak için yönlendirildiğine dikkat edilmeli.
Taksim olayları vesilesiyle Ergenekon’un yeniden faaliyete geçmesinden, yerli marjinal gruplardan söz edildi; ancak “küresel güçler”in “bölgesel olaylar”la Türkiye’yi yeni bir kulvara oturtmaya çalıştığı üzerinde durulmadı; arkaplânda nelerin gizlendiğine bakılmadı. PKK’yı, federasyonu, konfederasyonu, Suriye’yi, İran ile Lübnan Hizbullahı’nın Suriye’deki Müslümanları katlettiğini, İsrail’in Filistin’deki kıyımlarını unuttuk. Olayların Mavi Marmara saldırısının anma yıldönümünde patlak vermesi tesadüf mü? ABD’nin Ortadoğu’daki yeni hamlelerine de, bu hengamede ülkemizde çıkacak petrolleri yabancı şirketlere peşkeş çeken yasanın TBMM’nden geçtiğine de dikkat etmedik.
Bütün bunlar bir yana, daha da önemlisi şu:
Birileri rejimi ve sistemi yeniden dizayn ediyorken, bu ülkenin asıl sahibi olan müslüman toplum kös kös oturuyor. Eylemler karşısında “statükonun yanında” yer almak, inancımıza ve ideallerimize tümüyle aykırı bir rejimi-devleti koruma ve sahiplenme içgüdüsüyle hareket etmek doğru mu? Müslümanların, kendi kulvarlarını açma, kendi projelerini hazırlama, kendi hedeflerini tayin ve takip etme gibi bir arayışları, çalışmaları neden yok? Eylemcilerin tavrı ve tarzı, inancı ve ameli bize uymuyorsa, buna göstereceğimiz tepki rejimin yanında yer almak, Laik-Kemalist statükoya sahip çıkmak mı olmalı? Neden bize özgü bir projemiz yok? Niçin kendi rotamızı çizip kendi hedeflerimiz için çalışmıyoruz?
Anlaşılan, sistem değişecek de, bu değişikliğin “İslamca” olması yine başka bir bahara kalacak! Müslümanların kış uykusundan uyanacağı bahara...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.