‘Adâlet için, ben de, generaller de..’ diyemedikçe..
‘(…) Lawrence diyor ki: ‘Haydarpaşa Garı’na git, ‘çök!’ diye bağır; bütün türkler çöker. Ama, arablar buna aldırış etmez.’ Beğenelim, beğenmeyelim; bunlar türklerin hususiyetleri.. ‘…Her türk askerdir..’ sözüne gülerler, ama beğenin beğenmeyin bu doğrudur. Bunu insanların davranışlarında görürsün. Bu havalide (Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da) birbirine yumrukla, levyeyle saldıran başka bir millet yoktur. Yani insanlar hemen kavga ederler. Sinirlidirler ve o kavga hemen fiilî müdahaleye dönüşür. Garib küfürler vardır. O garib küfürlerle tahrik olurlar. Memleketin mahkemeleri saçma sapan, tahrik sebebi olan dâvalarla doludur. Yani türkler saldırgan bir millettir. Bu husus, … ayırıcı bir özelliktir.
Meselâ, Glap Paşa ürdün’de orduyu kurarken insanlara önce saldırganlık mefhumunu öğretmiş. Adam kavga etmek istemiyor, saldırgan değil.. Bunun asker yapmak için önce saldırgan yapacaksınız.
Karşımızda ‘at göçebeliği’ne alışmış, hareket kabiliyeti yüksek, örgütlenmeye son derece müsaid ve daima ara mekanizmalar geliştirerek problemleri çözen bir toplum tipi var.. (…)’
Bunlar, tarihçi İlber Ortaylı’nın ‘Tarihin Sınırlarında Yolculuk’ isimli kitabından.. (S.69-70)
Bu gibi tesbitler zaman zaman yapılır.. 20 yıl öncelerde, İstanbul- Topkapı’da bir yaz vakti, surdibinin gölgeliğinde oturup çay içmekte olan onlarca kişiye, lacivert elbiseli, siyah gözlüklü birkaç kişi gelip bir, ‘Kalk! Herkes yüzünü surlara dönüp yaslansın! Kimse kıpırdamasın!’ emrini verir.. Ve kimse itiraz etmeden, emir yerine getirilir. Sivil polis zannedilen o kişiler o sahneyi görüntüleyip kaybolurlar, ortadan.. Onlar gerçekte gazetecidir.
Aradan bir süre geçer, bir kişi, etrafına korkarak bakınır ve görür ki, ortalıkta kimse yok!
Yine o sırada, bir başka grup da, bir tiyatroda ‘Nazi Almanyası’yla ilgili bir oyunda rol aldıktan sonra, nazi polisi üniformaları içinde ve kollarında ‘Nazi gamalı haçları’ olduğu halde, Beyoğlu’nda‚ yarı almanca -yarı türkçe, (Bitte (lûtfen) kimlik!) diye, yüzlerce insanı kimlik kortrolünden geçirirler ve kimse itiraz etmez..
Bu, gerçekten de insanı hayrete düşüren bir sosyal tavırdır veya tavırsızlık tavrı..
Bir sadizm (zulm ve işkence etmekten zevk almak) ve mazohizm (zulm görmekten, işkenceden zevk almak.) iç-içedir, adetâ... Bir gün, ünlü bir Afgan lideri ile sohbet ederken, ‘Biz gerçi, kendi inancımıza göre bir devlet kuramamışızdır, ama ve ve hiçbir hanedan 50 yıldan fazla dayanamamış, onu da devirmişiz ve yenisi gelmiştir.. Siz nasıl oldu da, bir hanedana 600 yıl tahammül edebildiniz.’ diye sorunca‚ nüktenin yeri gelmişti: ‘Türk olmak kolay mı?’
Bu bakımdan, Ortaylı’nın yaptığı tesbitler ilginç.. Esasen, o da bunu bir eleştiri olarak değil, bir fıtrî hususiyet olarak zikrediyor.
Ortaylı’nın bu satırlarını Demirel’in ‘Eko Enerji’ isimli bir dergiye geçen hafta verdiği mülakatı okuyunca bir daha hatırladım..
S. Demirel, İslâmköylü, ruh dünyasındaki iniş-çıkışlarla bir hilkat garibesidir..
12 Mart 71’de askerî darbeyle devrilmesinden iki yıl sonra, yeniden meydanlara çıkıp, ‘Beni niye devirdiler, çünkü ben köylüyüm.. Ve herhangi bir köylü değil, İslâmköylü’yüm de onun için..’ diyen ve kendisini deviren generallere, ‘Ya, bana da tank, top, silah verin; ya da çıkarın üniformalarınızı, geliniz siyasette meydanına..’ diyen de oydu..
O aynı tutumu, Gen. Kenan Evren’in 12 Eylûl 80 Askerî Darbesi’nden sonra da sürdürmüş ve ‘Sen Antalya’da Tapu Müdürü müydün, Genelkurmay Başkanı mıydın? Sıkıyönetim vardı, bütün kanunî imkanlar vardı, niye önlemedin o anarşiyi.. çünkü yönetime elkoymak için bekliyordun..’ diyebilmişti.. Ama, 7 yıl sürecek bir siyaset yasağı yiyince ve yakın çevresine kurdurduğu ‘Büyük Türkiye Partisi’ kapatılınca, ‘Ordu ile savaşılmaz.. Ben orduyla iki kez savaşa giriştim, ikisinde de yenildim.’ diye ringe havlu atıp, yeniden Başbakan ve C. Başkanı ve kendisini deviren ordunun başkomutanlığına gelmenin yolunu açan da oydu.
İşte bu Demirel, son mülâkatında, ‘em. orgeneraller Şener Eruygur ile Hurşit Tolon’un Ergenekon Soruşturması çerçevesi içinde tutuklanmasının kendisini rencide ettiğini, halkta da büyük bir rahatsızlık yarattığını’ söylüyor ve ‘Yakın geçmişimizde, orgeneral rütbesine kadar gelmiş generallerin tutuklanması diye bir olayla Türkiye karşı karşıya olmamıştır. Türkiye için hoş bir durum değildir. Şahsen ben de bundan rencide oldum. Kuvvet komutanlığı, ordu komutanlığı tevdi ettiğiniz yüksek rütbeli subayların bu duruma düşürülmüş olması, beni de rencide etmiştir, üzüldüm..’ diyor. Halbuki, niceleri korkup sözkonusu edemezken, Ordu’ya bir ‘Muğlalı Kompleksi’nin ârız olduğunu dile getiren de kendisiydi.. (Muğlalı Kompleksi: 1943’de Van-özalp’ta, hayvan kaçakçılığı yapan 33 vatandaşı kurşuna dizdiren ve 1949-51 arasında idâm talebiyle yargılanıp cezaevindeyken ölen Org. Mustafa Muğlalı’nın hikayesine verilen isim..)
Şimdi ise, aynı Demirel, orgenerallerin tutuklanıp yargılanmasından rahatsızlığını dile getirmekle kalmıyor, vatandaşın da bundan rahatsız olduğunu iddia ediyor.. Halbuki, bu ülkede, cumhurbaşkanları, başbakanlar yargılandılar; başbakan, bakanlar idâm olundular, generaller tarafından.. Eğer, suç işlemişlerse, elbette orgeneraller de yargılanmalıdır..
Gönül isterdi ki, Demirel son deminde olsun, bir doğru söz söylesin ve ‘Benim de, generallerin de tutuklanıp yargılanması adâletin gereği ise, hazırız..’ diyebilsindi..
SOLJENİTSİN’İN SON öLüMü..
90 yıl önce, Kuzey Kafkaslar’da dünyaya gelip, eserleriyle ‘Soğuk Savaş’ yıllarında, dünyayı kasıp kavuran Soljenitsin fırtınası dinmiş.. O, güçlü rus edebiyat geleneğinin çehof, Puşkin, Gogol, Dostoyewsky, Tolstoy, Gorki, Ehrenburg, Pasternak gibi büyük isimlerindendi.. Soljenitsin, savaşın içinde bizzat bulunmuştu, yüzbaşı rütbesiyle.. Stalin, Hitler ile uzlaşma yolu bulsaydı, savaşı önleyebilirdi, diyerek, 2. Dünya Savaşı’ yıkımından, Hitler'den çok, Stalin'in sorumlu olduğunu iddia edebilmişti.. Bunun için yıllarca hapislerde kaldı, çalışma kamplarına gönderildi, sürgünlerde yaşadı.. Soljenitsin’in ‘Kanser Koğuşu’ kendisinin Orta Asya’daki çalışma kamplarında kanser olmasının hikayesini de anlatır ve üç Kavak köyü civarındaki müslüman insanların dünyasından da ilginç tablolar yansıtır.. çalışma kampları için kullanılan ‘Gulag Takımadaları’ ismiyle yazdığı romanı o dönemin belgeseli gibidir..
Ama, bu ve diğer romanları, onun komünist sisteme karşı çıkarken, kapitalist sistem tarafından el üstünde tutulmasına vesile olacaktı, tabiatiyle.. Bunun için, 1974’de vatandaşlıktan atıldı. Kapitalizmin merkez üssü Amerika’da 20 yıl yaşadı ve hayal kırıklığına uğradı ve Sovyet/komünist sistemi de çökünce, ülkesine geri döndü.. Ama, Rusya’nın tarihî kimliğini koruyabilmesi için, miladî-16. asrın değerlerine geri dönmesini teklif ederek, ütopik bir dünyaya kaydı. Ama, bunun, aynı zamanda ‘mujik’lerin, aç köylülerin, ‘boyar’ların, feodallerin, derebeylerinin pençesinde yeniden yaşamasını da istemek demekti..
Evet, Soljenitsin yaşadığı hayatın iyi bir gözlemcisi olarak, bu dünyada bir kez daha öldü.. Toprağı bol olsun..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.