Müslüman âciziyetinin sebebi, “kader inancı” mı?
İslâm tarihinin erken dönemlerinde kader inancını inkâr eden Ma’bed el-Cühenî’ye (ö.80 h) nisbet edilen Kaderiye fırkasının varlığı bilinir. Bu fırka ileri sürdüğü tutarsız görüşler ve yapılan ilmî tenkitler karşısında varlığını fazla sürdürememiş ve tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır.
Ancak Kaderiye’nin kader inancını inkâr eden başat öğretisi sonraları farklı bidat ekollere sirayet etmiştir. Modern dönemde ise çağdaş bir formatta ihya edilmek istenmektedir. Bunu bugün bir davaya dönüştürenlerden bazılarının meşhur olması, tv ve internet gibi kitle iletişim araçlarını da aktif olarak kullanması bazı kesimlerde kader inancına dair şüphelerin hâsıl olmasına yol açmıştır. Meselenin kelâmî yönünü şimdilik bir tarafa bırakarak devam edelim.
Kader inancını inkâr eden çağdaş yorumcuların söylemlerine baktığımızda bunu ümmeti ayağa kaldırmak, Allah’ı (c.c) içinde bulunduğumuz zilletten münezzeh kılmak ve kulun fiillerinden sorumlu olduğunu isbat etmek üzere yapmakta olduklarını anlıyoruz.
Onlara göre “kader inancı” diktatörlerin zulmünü meşrulaştırmakta, Müslümanları pasifliğe ve zulme rıza göstermeye sevketmektedir. Öyle ya, Müslümanların başına gelen her şey Allah’ın dilemesi sebebiyle olursa Müslümana düşen de buna sabretmek olacaktır. Diktatörlerin ekmeğine yağ süren “kader inancı” insanın hür iradesini de ipotek altına almaktadır.
Müslüman tarihini bazı istisnalar hariç hep karanlık ve utanç duyulacak bir geçmiş olarak görme yanılgısı besliyor bu yorumu. Bu yanlış algıyı izah etmek için de “kader itikadı”nı günah keçisi olarak işaretlemek üzere bize has bir tarih ve mâzi nefreti geliştirilmektedir. Hem de bolca anakronizm yapılarak...
Müslümanların ataletten kurtulması, vakalarını değiştirmeleri için sorumluluk üstlenmesi ve kendi geleceklerini kendilerinin yazması için kader itikadından kurtulması elzemdir. Bu söylemin teolojik altyapısını âyetlere indî manalar vererek ve aykırı görülen hadisleri de itibarsızlaştırarak yapmaktalar.
Oysa kader inancına yüklenen ‘Müslümanları geri bıraktığı’ iddiasını test etmek aslında hiç de zor değildir. Bunun için Müslüman tarih tecrübesine biraz önyargısız bakmak kâfidir.
Evvelemirde şunun altını çizelim: İslâm tarihi dediğimiz şey melekler tarihi değildir. İslâm tarihi hata ve nisyanla malul Müslüman insanın tarihidir. Bu yüzden de sevapların olduğu gibi hataların da olması gayet tabiîdir. Buna rağmen diğerleriyle kıyaslandığında Müslüman tarihi genel hatlarıyla bir yüz akı tarihdir.
Mekke’de doğan İslâm güneşi daha sahabe döneminde Hint altkıtasından Fas’a kadar nurunu yaymış, birçok medeniyetler kurulmasına öncülük etmiştir. Abbasiler, Endülüs, Hint Moğol İslâm medeniyeti ve Osmanlı buna birer misaldir.
Müslümanların kurduğu bu medeniyetlerin tümü de kader inancına sahipti. Eğer kader inancı tembelliği, geri kalmayı ve düşmana teslimiyeti gerektirseydi bu medeniyetler inşa edilebilir miydi? Tarih tecrübemiz şartlanmış bu algının hatalı olduğunu göstermektedir. Müslümanlar bütün olumsuz şartlara rağmen çağdaş dünyada hâlâ direniyorsa, kader inancına olumsuz rol yüklemek doğru olabilir mi?
Aksine bu tür tartışmalar Müslümanlara vakit kaybettirmektedir. Çünkü Müslümanları ve ilim adamlarını birincil önceliklerini bırakıp kader inancını tartışmaya itmektedir. Eğer bir inkâr varsa ve bunun topluma sirayet etme istidadı da bulunuyorsa elbette gerekli reddiyeler verilmelidir. Ama kader’i, Müslümanları ayağa kaldırmak iddiasıyla inkâr edenler iddialarının tam aksine onları öncelikli vazifelerinden uzaklaştırmakta ve boşu boşuna bir iç gerilim meydana getirmekteler.
Doğrudur, kader inancı teslimiyeti gerektirir ama bu teslimiyet düşmana değil Allah’a (c.c) bir teslimiyettir. Bu teslimiyet Müslümanların direnç ruhunu artırmakta, onlara zorluklar karşısında sebat etmelerini telkin etmektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.