Türkiye Doğu Türkistan’ı Çin’in insafına bırakmış olabilir mi?
Şimdi “dış politikada duygusallık olmaz” diyenler çıkabilir. Tamam, duygusallık olmasın ama şuna da cevap bulmalıyız; “onursuz, şahsiyetsiz ve ilkesiz bir pragmatizm” doğru mudur?
“Faydacı” bir yaklaşım elbette tümden reddedilemez de, burada esas alınması gereken “fayda” nedir, ne olmalıdır acaba? Sizin için “faydalı” olan bir şey, mesela eşiniz, çocuğunuz, anneniz-babanız, kardeşiniz, komşunuz, milletiniz vs. için zararlı ise, duygusallık yapmayalım diye “kişisel fayda”mızı esas almamız doğru olur mu? Peki, bu durumda, “müslümanın ahlâkı”nda bulunması gereken “fütüvvet” ne olacak?
Ya da “fayda”, sadece “anlık tatmin”den mi ibarettir? Özellikle “devlet hayatı”nda “faydacı yaklaşım” elbette kaçınılmaz; ancak devlet hayatı dediğiniz şey öyle üç-beş yılı kapsayan bir hayat değil ki; onlarca, yüzlerce yılı hesaba katarak adım atmak gerekmez mi? Bu durumda fayda, bazan, hatta çoğu zaman “devletin sınırları”nı da aşmaz mı? Asıl pragmatizm, onlarca yılın hesaba katılması ve bu programda “uzak iklimler”de bulunan “bizden unsurlar”ın da “fayda hesabı”na dahil edilmesi olmaz mı?
Dünya öyle noktaya geldi ki, ya “dünyaya yön veren küresel/bölgesel güç” olacaksın, ya da böyle bir güce tâbî bir peyk... Bunun için de, sadece “pragmatik” yaklaşımla baksak bile, “günübirlik” değil, onyılları hesaba katan politikaların üretilmesi ve yürütülmesi gerektiği anlaşılır. Ayrıca bütün stratejiler, politikalar ve hazırlıklar sadece ülke sınırları içinde değil, gerekirse “derin ve gizli ilişkiler”le veya başka hamlelerle ulusal ve küresel ölçekte yürütülmeli; dünyanın neresinde olursa olsun, “bize yakın olan bütün unsurlar”a, bütün potansiyellere ulaşılarak yürütülmeli.
Şimdi bu kadar peşrevi niye çektik?
Mesele, Türkiye’nin “uzun menzilli savunma sistemleri ihalesi”ni, “Doğu Türkistan”daki “dindaşlarımız”a ve “soydaşlarımız”a en acımasız bir şekilde zulmeden, bütün “insani ve İslami haklar”ını kısıtlayan, onları katleden Çin’in kazanmış olması.
Buradaki “kazanma”yı “kazandırılma” diye de okuyabilirsiniz; çünkü bu tür uluslararası ihalelerin belli bir “savunma ve dış politika stratejisi” ile yapıldığını, bunun için devletlerin, ihaleyi istediğine kazandırdığını, zaten olması gerekenin de bu olduğunu söylemeye sanırım gerek yok. Bir ülkenin savunma sistemini sıradan bir yarışmayla başka bir ülkenin kazanması sözkonusu olamaz herhalde, değil mi? Yani “Türkiye ihaleyi Çin’e verdi” dersek, yanlış demiş olmayız.
Savunma sistemleri büyük ölçüde ABD’ye ve tabiî ki Yahudi şirketlerine bağımlı olan Türkiye’nin, lüzumu halinde tıkanıp kalmaması, bir merkezden fişinin çekilerek sistemlerinin kapatılmaması vs. için, “Devlet Stratejisi” olarak bunu çeşitlendirmek istemesinin gerekliliği tartışılamaz elbette. Ancak bu yapılırken, bir kucaktan kalkıp başka bir kucağa oturmamak gerekir, değil mi?
Güçlü devletler, bir ülkeye borç para verirken bile bunu kendi geleceği ve çıkarları için yatırıma dönüştürmeye, uzun vadeli hesaplarına dahil etmeye çalışıyor ve şarta bağlıyor. Bu durumda, Türkiye Çin’e böyle bir ihaleyi verirken, bunun karşılığında nasıl bir politikaya hayat sahası kazandırdı acaba? Ya da böyle bir strateji izlendi mi? Mesela:
Bugün Doğu Türkistan’da acımasız bir Çin zulmü var. 1949’da Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni işgal eden Çin, o günden bu yana “İslam diyarı Doğu Türkistan”ı Çinlileştirmek için bir yandan Müslüman Uygurları öldürüyor, bir yandan da vahşi bir “demografik ve kültürel katliam/soykırım” yürütüyor. Dünyanın gözlerinin önünde yapılan bu katliamı maalesef kimse görmek istemiyor da, Türkiye’ye ne oluyor, onu anlayabilmiş değilim. Her fırsatta Çin ile ilişkilerin iyileştirilmesi, geliştirilmesi stratejisi güdülmesine anlam veremiyorum.
Şimdi, uzun menzilli füze sistemleri de Çin’e verilerek, ilişkiler daha da güçlendirildi ve Çin’e göbekten bağlı hale gelindi. Küresel, ya da en azından ve mutlaka bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye’nin bu ihale vesilesiyle tutumu şu olmalıydı: İhale karşılığında Doğu Türkistan’daki baskıya, katliama son verilmesini temin etmek.
Şimdi Türkiye, eğer böyle bir strateji takip etmediyse, o zaman akla gelecek tek bir sual kalıyor: Acaba Türkiye, Doğu Türkistan’daki dindaşlarımızın/soydaşlarımızın akıbetini Çin’in insafına bırakmış olabilir mi?
Eğer ihale, “Doğu Türkistan’da iyileştirme şartı”na bağlanmadıysa, maalesef geriye bu sualden başka seçenek kalmıyor. Zira, şimdi savunma sistemleri vesilesiyle göbekten bağlı hale gelinecek Çin’e karşı artık hiçbir şekilde tavır almak mümkün olmayacak. Bu tecrübe ABD’ye bağlılıktan elde edilmiş olunmalıydı.
Bakalım Dışişleri buna ne diyecek?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.