Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Anıtkabir'e bir çaput bağlamadıkları kaldı, bir de mum dikmedikleri!

Anıtkabir'e bir çaput bağlamadıkları kaldı, bir de mum dikmedikleri!

24 Kasım Öğretmenler Günü söz konusu olur da “Başöğretmen Atatürk” hatırlanmaz mı?

Bildiğiniz gibi Atatürk’e, 1928 yılında Bakanlar Kurulu toplanıp “Başöğretmen Atatürk” unvanını vermiş ve o günden beri de bu unvanın verildiği 24 Kasım günü Öğretmenler Günü olarak kutlanmıştır. Sonra 1923-1938 yılları arasında Atatürk’ün kayıtsız-şartsız, muhalefetsiz olarak tam 16 yıl devlet başkanlığının ardından emr-i Hakk vaki olmuş ve hasta yatağında ölüm fermanını imzaladığı İsmet İnönü cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuş, o günden sonra da inceden inceye fikri yönü değil ama siyasi olarak Atatürk’ü unutturma çabası yoğun bir şekilde gündemde kalmıştır. Okullarda İnönü’nün resminin asılması, paralardan Atatürk’ün resminin çıkarılarak yerine İsmet İnönü’nün resminin konulması ve onun heykellerinin inkılapların sahibinin heykelleri yerine konulmaya başlanması bu unutturmaya örnek olarak verilebilir. Sonra 1950 yılı ve tek parti CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi kuran Celal Bayar ve Adnan Menderes Beyaz Devrim denilen bir seçimle iktidara gelerek yönetimi ele alacaklardır. Cumhuriyetin despotizminin hâlâ yüreklerimize korku saldığı o günlerde iki numaralı isim İsmet İnönü genel başkan olarak her zaman DP’ye baskın çıkıyordu. Demokratların İstiklâl Madalyası sahibi, onlara üstünlük sağlayacak, İnönü’yü dengeleyecek bir adamları yoktu. Bu dengeyi sağlamak için sonradan İslamî kesimin başına bela olacak “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nu çıkardılar. O günden bugüne kadar da bu adaletsiz, haksız, hukuksuz bir kanun ilmik olarak boğazımıza takıldı ve pek çok masum insanın zindanları doldurmasının yolu açılmış oldu. O günden sonra da Atatürkçülük ikiyüzlülerin, sahtekârların, riyakârların sığınağı oldu.

Hattâ Atatürkçülük, sonradan da Kemalizm olarak anılan bir sistemin bizzat kendisi yanlış insan üretmeye programlanmıştı.

İnkılapların sahibi “Ölülerden medet ummayınız!” dediği halde sevenleri, yolundan gittiklerini söyleyenler “milli bayramlar” başta olmak üzere fırsat buldukça Anıtkabir’e çıkıp, ya iktidarı ya da kızdıkları birini şikâyet etmeyi insanî ve imanî(!) bir vazife biliyorlardı. Oysa Atatürk ölmüştür ve artık İstiklâl Mahkemeleri kuracak, insanları darağacına gönderecek bir konumda değildir, yani bir yaptırım gücü yoktur bütün ölüler gibi. Ama sık sık insanlar batıl bir inanca ve hurafelere karşı olduklarını söyleyip, iş “Atatürk”e gelince her türlü hurafeyi bağrına basmakta beis görmemektedirler. Alın size bir örnek: Anlı, şanlı mankenlerimizden Tuğba Özay, Atatürk’ün fotoğrafını karşısına koyup onunla dertleşmiş:

“Çok şeyler konuştuk, çoook. Ben anlattım o dinledi, küskünmüş bizlere, kırgınmış, ama yine de umudu varmış geleceğe dair... Gençlere selam söyledi.”

Efendim, Tuğba Özay’dan çoook önceleri başlamıştı bu Atatürk’le konuşma muhabbetleri. Yıl 1959, Necla Çarpan adında bir bayan, buna medyum diyorlarmış, Atatürk’ün ruhu ile konuşmaya başlamış. O günden bugüne kadar da onunla konuşmanın kendisine sağladığı avantajları kullanmış ve devletin zirvesindeki pek çok insana da ulaşabilmiş, sözünü dinletmiş. Zahir, şayet dinlemezlerse onun kendilerini Atatürk’e şikâyet edeceğinden korkmuşlar. Sonradan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde “şizofreni” tedavisi gören bu medyum hanım, bakınız o dönem devletin zirvesinden kimlerle görüşmüş:

“Senato Başkanı Kemal Arıburnu, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Başbakan Süleyman Demirel, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Sanayi ve Ticaret Bakanı Mesut Erez, Milli Eğitim Bakanı, Maliye Bakanı, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, Jandarma Genel Komutanı, MİT Başkanı Fuat Doğu, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün Yaveri, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Kemalettin Gökakın, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Müsteşarı Avni Akyol, TRT Genel Müdürü Musa Öğün, Cezaevleri Genel Müdürü.”

Bu arada pek çok ilginç olaya şahit olunacaktır. Necla Çarpan, ülkedeki problemlerin çözülebilmesi için Atatürk’ün, Çarpan’ın yazdığı “İlahi Nutuk-Atatürk’le Konuşmalar” kitabından çokça alınarak dağıtılmasını tavsiye ettiğini söyleyecek ve Genelkurmay Başkanlığı bile bu saçma-sapan kitaptan yüklü miktarda satın alarak askeri birliklere dağıtacaktır. Necla Çarpan, sonunda İran Şahı Rıza Pehlevi’yi de çarpacak ve İran’a davet edilerek onlara da İlahi Nutuk kitabından büyük bir miktarda satacaktır.

Ayrıca Çarpan’ın bu kitabı Farsçaya da çevrilerek İran klasikleri(!) arasında yerini alacaktır. Necla hanım, Atatürk’le konuşması sayesinde KKTC’ye de davet edilecek ve Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın onur konuğu olacaktır. Ondan şu ricada bulunulacaktır:

“Sayın Çarpan, Atatürk’le karşılaştığınızda lütfen ona en derin hayranlığımızı ve hürmetimizi bildiriniz!”

Necla Çarpan, bir ara MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’le evlenmenin bile eşiğine gelir. Bu arzusu gerçekleşmez ama Atatürk’ten sonra Hz. Mevlana ile de konuşmaya başlar. O da Çarpan’dan yeni bir Mesnevi yazmasını isteyecektir.

Bu arada devletin resmi haber kanalı Anadolu Ajansı bile onun için “Kemal Atatürk’ün ruhu ile temasta olduğu ilmen sabit görülen bayan medyum” diye söz edecektir. Bu arada Kıbrıs Harekâtı’nın olacağını ve ABD’nin de ambargo koyacağını güya Çarpan, Atatürk’ün ruhundan öğrenir. Atatürk, sanki yaşıyor gibi ona talimatlar verir:

“TRT’de Musa Öğün’le konuş. Seninle bir röportaj yapsınlar. Sanayi ve Ticaret Bakanı’yla konuş, ticaret odalarına senin kitaplarını aldırsın. Seni Maliye ve Milli Eğitim bakanları ile MİT Başkanı ile görüştürsün. İçişleri, MGK Başkanı Faruk Gürler, hepsiyle konuş, derhal mesajlarımı dağıtsınlar. Maliye Bakanı ile de görüşüp kitabından toplu olarak alınmasını sağlasınlar!”

Bakırköy’de 8 yıl şizofreni tedavisi gören bu bayan, toplumdaki Atatürk sevgisinin ve korkusunun bir paranoya haline gelmesi yüzünden yıllarca devlet katında saygı ile ağırlanıp, uğurlanmış ve iyi de bir servet yapmıştır.

Buradaki bütün problem bir çok devlet adamında sarî bir hastalık olarak nükseden “Atatürkçülük”tü.

1960 ihtilalinde İstanbul’u darbeye hazırlayan önemli birkaç kişiden biri olan Kurmay Albay M. Emin Aytekin, İhtilal Çıkması adı ile yayınlanan hatıralarında orduyu bir kangren gibi saran bu Atatürkçülük ve darbecilik hastalığını çok veciz bir şekilde anlatır:

“Aslına bakılacak olursa ihtilâl hepimizi hasta etmişti. Hepimiz işimizi gücümüzü bırakmış, sadece memleket meseleleriyle meşgul olmaya başlamıştık.

Ben şahsen sabahleyin gazeteleri elime alıyor, şöyle başlıklara bir göz atıyor, birkaç satır okuyor, sonra kendimi dinlemeye çalışıyordum. Neler düşünmüyordum. Memleket kapkara bir tablo içerisindeydi. Her küçük olay dahi mutlaka köklü tedbirleri davet etmekte ve bu köklü tedbirler sadece bizlerin getireceğimiz sistemle sağlanabilmekteydi. Bugünkü sistem memleketi meçhul ve karanlık bir akibete doğru sürüklemekteydi vs. vs...

Ama içimizde bizden de fazla hasta olanlar da vardı. İstanbul’da bir general vardı ki, hangi taşı kaldırsanız altından o çıkardı. Vazifesi değildi ama, kendisi bundan hoşlandığı için bunu görevi zannederdi.

Odasında masasının üstünde bir Atatürk büstü vardı. Çalışma masasının arkasında duvarda Atatürk portresi ayrıca, florasanla yapılmış bir Atatürk profili, önünde Atatürk’e ait kitaplar. Odasında otururken, dolaşırken kendini tanrının Türkiye’ye gönderdiği Atatürk’ün yeni bir muakkibi olarak görürdü. Bir gün ordu kumandanı Korgeneral Cemal Tural bana, ‘Odasını Atatürk’ün resimleriyle donatmış ve bunların arasında kendisini bir Atatürk olduğu inancına kaptırmış bir adam’ diye tavsif etmişti. Teşhis mükemmeldi.

İşin asıl garip tarafını bu generali bir gün ziyarete gittiğimde gördüm. Telefonu çaldı. Karşısında konuşan bir falcı idi. Cinsiyeti meçhuldü. Erkek miydi? Kadın mıydı? Onu söylemiyordu. Falcı generalin o günkü falına bakmış ve o günkü tutumunu görerek değerlendirmişti. Falcının generalimizin zaafını keşfeden çok kurnaz bir kişi olduğu belliydi: Bütün konuşmalarında ona Atatürk olacağı inancını telkin ederek yapılması lazım gelenleri yaptırıp yönlendirmeye çalışıyordu. Ben iki telefon konuşmasına şahit oldum. Aklımı kaçıracaktım. Fakat büyük bir zorlama ile renk vermemeye çalıştım. Hatta karşıda konuşanı çok da merak ediyordum. ‘Paşam ne olur bir de benim falıma baksın’ dedim. ‘Olmaz’ dedi. ‘O yalnız benim falıma bakar, başka kimseninkine.’

Ama general çok saf bir insandı. Zaten falcıya inanmak için bu derecede büyük bir safiyet lazımdı. Bu sebeple bana falcının dediklerinden bazı pasajlar nakletti. Ve nakledilen pasajlardan telefon falcısının mahir bir yönetici olduğu inancına sahip oldum.

Bu durum, bizim teşkilatımız için bir zaaf idi. Durumu otorite olacak kumandanlara bildirdim. Bu kanattan gelecek teşebbüslerin değerlendirilmesinde, bu faktörü dikkatte tutmak lüzumunu hepimiz kabul ettik.”

12 Eylül darbecisi Kenan Evren ve arkadaşları da Atatürkçüdür. Bir yandan ülkeyi kan gölüne çevirip, 600.000 kişiyi zindanlara doldururken, diğer yandan “Bu millet neden Atatürkçü olmuyor?” diye kafa patlatacaklar ve sonunda 2 milyon Nutuk bastırıp her eve bir adet zimmetli olarak vermeyi ve her babanın evinde bunu akşamları belli saatlerde okuyarak, milletçe hidayete ermeyi düşlerler. Sonra bu metazori durumun insanlarda aksi tesir yapacağını düşünerek vazgeçerler. Sonra tüm üniversitelere “Atatürkçülük ve İnkılap Tarihi Dersleri” koyarlar. Bugün hâlâ üniversite öğrencilerinin sırtında bir kambur gibi duran bu ders o dönemin hastalıklı kafasının günümüzde de devam eden bir sonucudur.

Baksanıza kafası bozulan Anıtkabir’e gidip içini boşaltıyor. Tam bir evliya mezarı yaptılar orasını. Bir çaput bağlayıp mum dikmedikleri kaldı.

- Aaaa şu CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu değil mi?

- Evet ta kendisi.

- Her gün neden geliyor acaba?

- Halk kendisine oy vermiyor, o da her gün gelip, 60 mum dikiyor, çaput bağlıyor ve dilek diliyormuş.

- Ne diliyor ki acep?

- Ne olacak canım, halkın kendisine oy vermesi için Ata’dan himmet bekliyormuş!

- A canım Kılıçdaroğlu’nun son ümidi de burası ise yandı gülüm keten helva. Atatürk bize vasiyetinde “Ölülerden medet ummayınız!” dememiş miydi? O da artık bir ölü olduğuna göre...

Dünyada Atatürk kadar istismar edilen, insanların kendi gayeleri için kullandığı ikinci bir lider var mıdır bilmiyorum.

İşte bugün, Öğretmenler Günü dolayısı ile Başöğretmen Atatürk’ü böyle bir ahval ve şerait içinde anıyoruz. İnanıyorum ki onun ruhu da bu riyakârlık ve sahtekârlıktan muzdarip, keşke onu mezarında rahat bırakabilsek!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi