M. Kemal’i temize çıkarmak için takla atmak...
Dense ki: “Tarihimizde önemli roller üstlenmiş, tarihi akışımızın istikametini değiştirmiş M. Kemal, neticede bir insandır ve onun da doğruları, yanlışları olabilir. Doğrularına sahip çıkalım, yanlışlarını tabulaştırmayıp toplumsal duyarlılıklara, çağın icaplarına, hak ve adalete göre terkedelim; millete, devlete, hukuka, sosyal ve siyasal hayata, din ve inanca cebren âmir kılmaktan vazgeçelim.”
Böyle dense sorun çıkmayacak, kavga olmayacak, “çalıyı dolaşma”ya gerek kalmayacak. Hatalarıyla doğrularıyla, tarihimize mal olmuş bir şahsiyet gözüyle bakılıp, “hakettiği itibar”ı herkes teslim edecek.
Böyle yapılmıyor da, 90 yıldır “cebren/zorla”, “yasa ve yargı baskısı”yla, “hak ve hukuk mahrumiyetleri”yle, “sosyal ve siyasal itilmişlik”le; “tabulaştırılmış”, “kutsallaştırılmış”, hatta “ilahlaştırılmış” olarak “yüce lider” imajı, insanlar üzerinde diri tutulmaya çalışılıyor.
Ancak tarih hiçbir şeyi gizli bırakmıyor ve gün geliyor, insanlar bir şekilde “sunulan” ile “olan” arasındaki farkları farkediyor. Bir de bakıyorsunuz, “yüce ve kutsal lider”, öyle sanıldığı gibi değilmiş.
İşte, tarihi şahsiyetlerin tabulaştırılması, onlara muhalefet edilememesi ve bunun “yasa ve yargı zoru”yla yapılmasının vardığı nokta bu oluyor. Gizlenen gerçekler bir bir açığa çıkmaya, gösterilenin tam tersi hakikatler farkedilmeye başlandığında ise, tabular normalleştirileceğine, yeni bir taktik olarak birkaç “günah keçisi” bulunup, tabulaştırılan kişinin günahları onların üzerine yıkılıyor. Böylece, “tabular”a bir süre daha “yaşama imkânı” veriliyor.
Mesela; M. Kemal’in emriyle Ezan Türkçeleştirildi. Camiler ve mescitler satıldı, yıkıldı, ahır, depo, marangoz atölyesi, CHP parti merkezi, saz evi, kışla yatakhanesi, konut vb. işlere tahsis edildi. Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla korkunç cinayetler işlendi. Kur’an’a, “İslami hayat”a karşı yapılan zulümlere girmiyoruz bile.
Bütün bunların “toplumsal vicdan”da kabul edilmediği, nefret uyandırdığı görülünce, hepsinin suçu İnönü’nün üzerine yıkıldı. “İnönü figürü”, M. Kemal’in “toplumsal vicdan”da kabul edilmeyen her icraatı için “günah keçisi” olarak sunulup M. Kemal temize çıkarılmaya çalışıldı. M. Kemal’in yaptığı, ancak milletin benimsemediği her “icraat” İnönü’nün üzerine atıldı.
Bunları niye hatırlattığıma gelince... Milletin asla tasvip etmediği, gönlünün bir köşesinde sürekli bir kanayan yara halinde tuttuğu ve bu yüzden M. Kemal’e içerlediği bir şey daha var: Ayasofya Camii’nin M. Kemal’in imzasıyla müzeye çevrilmesi.
M. Kemal’in bu icraatı millet tarafından benimsenmiyor, tepki gösteriliyor ya, şimdi M. Kemal’in temize çekilmesi, başka bir “günah keçisi” bulunması lazım! Nitekim “iddia/kılıf” hazır: Ayasofya’yı müzeye çeviren kararnamenin altındaki “Atatürk” imzası sahteymiş!
Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi için TBMM’ye teklif veren MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu’nun iddiasına göre, müzeye çeviren karara ilişkin “iki tarihi belge”deki Atatürk imzaları farklı. Halaçoğlu, “Ayasofya Atatürk’ün imzası sahte şekilde taklit edilerek hukuksuz şekilde müzeye dönüştürülmüştür” diyor.
Düşünebiliyor musunuz, birileri, “her dediği kanun” olan M. Kemal’in imzasını taklit edecek, onun adına sahte imza atıp kararname hazırlayacak ve bunu uygulayacak, öyle mi? Hem de Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi gibi stratejik bir hususta!...
Ayasofya’yı müzeye çeviren kararnamenin altındaki imzanın M. Kemal’e ait olmadığına dair iddia, M. Kemal’in “toplumsal vicdanda silinen itibar”ını temize çıkarmaya yönelik bir hamledir. Zira, Ayasofya’yı müze yapan 2/1589 sayılı kararname, 24.11.1934 tarihli. Bundan M. Kemal’in haberdar olmaması mümkün mü? Haberdar olduğunda imzasını taklit edene ne yapardı dersiniz? “Sanığın idamına, şahitlerin bilahare dinlenmesine” diye karar veren bir yargı sisteminin bulunduğu ülkede, kim böyle bir şeye kalkışmayı göze alabilirdi?
Halaçoğlu’na göre, Ayasofya’yı müze yapan kararnamenin altında “Atatürk” imzası var, ancak M. Kemal’e “Atatürk” soyadı veren kanun, Resmi Gazete’de 27.11.1934 tarihinde yayımlanıyor. Buradan, soyadını almadan 3 gün önce aynı soyadıyla imza attığına bakıp, imzanın sahte olduğuna hükmediyor.
Buna katılmıyorum. Zira, soyadı kararı meclisten çıktıktan üç gün sonra Resmi Gazete’de yayımlanmış olamaz mı? Yine, “Atatürk” soyadını Meclis, habersiz mi verdi? M. Kemal’in Meclis’te “özel bir grup”unun olduğunu, istediği her şeyi bu grup vasıtasıyla Meclis’e kabul ettirip yasalaştırdığını biliyoruz. Bu durumda M. Kemal, zaten kanunlaşacak olan ve kendisi karar verdiği soyadını, yasanın yayımlanmasından önce kullanmış olamaz mı?
Halaçoğlu, Ayasofya Kararnamesi üzerindeki Atatürk imzası ile diğer Atatürk imzalarının farklı olduğunu, bunun da imzanın sahte olduğu anlamına geldiğini söylüyor. İyi de, ilk “Atatürk” imzasını Ayasofya Kararnamesine attıktan sonra, imzasını biraz değiştirip son şeklini vermiş olamaz mı?
M. Kemal’i temize çıkarma adına Ayasofya Camii’ni müzeye çeviren kararnamedeki imzasını “sahte” ilan etseniz de, yemedik. İmzayı kim attıysa, sorumluluğu da o taşımalı. Yiyenlere şunu sormalarını öneriyorum:
Ya diğer devrimlerin ve icraatların altındaki imzalar da sahte ise...
İmzası taklit edilerek icraat yapılan bir lider, ülkeyi yönetmekten de, olup bitenlere hakim olmaktan da aciz olmaz mı? Bu durumda, bütün devrim yasalarını tek tek masaya yatırıp, sahtesini-gerçeğini ayırmamız icabetmez mi? Bunun için de “milletin vicdanı”nı ve “toplumsal kimlik ve kişilik değerleri”ni hakem yapmak gerekmez mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.