Aynı delikten ısırılmak
Suriye’de işkenceyle öldürülmüş geneli 20 ile 40 yaşları arasında 11 bin kişinin fotoğrafları dünya gündemine düştüğünde, göreceksiniz bunlar bir şey değiştirmeyecek demiştik. Değiştirmediği ortada. Peki neden değiştirmedi acaba?
Bunun cevabını aslında 1995’te dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes vermişti. Şöyle demişti hazret; “İslâm fundamentalizmi komünizmden daha tehlikelidir. NATO’nun yeni hedefi, radikal İslâm’la mücadele etmek olacaktır.”
Son yazımızda Batı için neyin “ılımlı İslâm” ve neyin “radikal İslâm” olduğunun izahını yapmıştık. Müslümanların kendi referans kaynaklarına dayanarak bağımsız olmaları, kendi tarih tecrübelerine ve dünya görüşlerine has bir medeniyet inşa etmeleri büyük bir tehdit olarak kabul ediliyor. Bu yüzden Suriye’de İslâmî eğilimli kesimlerin iktidara gelmesini önlemek için savaşın ömrünü mümkün mertebe uzatmaya çalışıyorlar.
11 Eylül olayları sonrası yaşananlar Claes’in sözlerinin bir dil sürçmesi olmadığını, Batı’nın Soğuk Savaş sonrası yeni stratejik düşmanının “İslâm” olduğunu fiilen kanıtlamıştır.
Şimdi de Suriye’de İslâmî eğilimli kesimler iktidara gelir korkusuyla kendi değerlerini ayaklar altına alıyorlar. Mısır’da Mursi’nin niye düşürüldüğünü ve Batı’nın bundaki rolünü hatırlarsak ortada yeni bir durumun olmadığını görürüz.
20. asırda Müslüman halklara sunulan kızılelma “modernleşmek / batılılaşmak”tı. Önceleri Müslümanlar buna karşı çıktığı için ülkenin beyazları tarafından gericilikle suçlandılar. Askerî darbeler meşru hükümetleri bu gerekçeye dayanarak düşürdüler. Halkın hür iradesiyle seçtiği kişiler idam edildi. Diktatörler de iktidarlarını halka değil efendilerine borçlu olduklarından ülkenin servetini patronlarına peşkeş çektiler.
Moderniteyi tarihin akışı içinde bir dönem olarak değil, tarihin sonunda kurulmuş seküler mesih düzeni gibi algıladılar, dayattılar. Böylece halklarını onlar adına köleleştirdiler.
Mütedeyyin kesimler Batı’nın şampiyonluğunu yaptığı “insan hakları, halk iradesi, demokrasi, hukukun üstünlüğü, sandığın meşruiyeti ve masuniyeti” gibi prensipleri kendilerine kurulan tuzakları boşa çıkarmak ve âdil bir nizam kurmak adına önemsediler. Kalıcı bir istikrar sağlamak ümidiyle oyunu Batı’da olduğu gibi sistem içinde kalarak oynamayı kabullendiler.
Diktatörlük, krallık, askerî rejim ve oligarşi tasallutunu, kronik siyasi meselelerini ancak böyle çözebileceğine inandılar. Ama şimdilerde büyük hayâl kırıklığı yaşıyorlar.
Yaşananların sonunda Batı’nın Müslüman dünyada demokratik, katılımcı, özgür ve müreffeh bir toplum istemediğini öğrendiler. Çünkü halkın iradesinin belirlediği sonuçlar siyasi ve iktisadi manada onların bencil çıkarlarıyla örtüşmediği için vesayet rejimleriyle ittifak kurdular.
Bu yüzden insanları artık Batılılaşma / demokratikleşme sloganları heyecanlandırmıyor. Bu tarz sloganları duyduklarında onlar bedeli çok ağır olayları, Ebu Ğureyb benzeri tecrübeleri hatırlıyorlar..
Hani Irak’ta demokrasi inşa etmeye gelmişlerdi de yerine Ebu Ğureybler hediye etmişlerdi. Koca bir ülkeyi işbirlikçilerinin yardımıyla etnik, dinî ve mezhep zemininde iç savaşa sürükleyip çıkmalarını hatırlıyorlar.
Geçen gün, meşru hükümetin gayri meşru yöntemlerle devrildiği Mısır’da, cuntanın yaptığı anayasa oylamaya sunuldu. Yüzde 98 kabul oyu çıktı cunta anayasasına!.. Tam bir kara mizah örneği. Darbeye darbe diyemeyen Batı elbette bunu alkışlayacaktı.
Velhâsıl Müslüman dünya iradesini kuşanıp birleşmedikten sonra meselelerine çözüm üretemiyor. Bunu bilen küresel güçler bizi yeniden bölünmeye zorluyorlar. Mısır’da darbeden yana tavır alan dindarlar, Türkiye’de aynı hataya düşen dindarlar aynı delikten tekrardan ısırılıyorlar. Hangi gerekçe böylesi bir duruşu meşrulaştırabilir ki?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.