Ümmet birliği için kritik eşikler
“İslam’ın egemenliği” için, “Allah’ın yasalarının hükümranlığı” için “müslümanların birlik ve beraberliği”nin sağlanması gerektiği hususunda sanırım ihtilaf yok.
Ancak ne acı ve gariptir ki, bu kadar açık, net ve kesin bir ittifak konusu böylesine bir ihtilaf ve iftiraka dönüştürülmüşse, -ki bugün olan bundan başkası değil-, artık “Ümmet birliği” konusunun öncelenerek daha bir önemle ve daha bir ciddiyetle ele alınması lazımdır. Önemine binaen bu noktaya tekrar vurgu yapmak istiyorum:
Ümmet birliğinin lüzumu hakkında hiç kimsenin ihtilafı yok. Ancak müslümanlar arasında, hakkında ittifak olan bu husus kadar ihtilaf ve iftirak konusu da yok!
Niçin böyle? Bu konunun ciddi biçimde ele alınması ve üzerinde derinlemesine “sosyo-psikolojik ve itikadi tahliller”in yapılması lazımdır. Bu yüzden bu konuyu geçip başka bir hususa değinmek istiyorum.
Ümmet birliği için aşılması gereken ilk önemli eşik, “ihlas yoksunluğu”dur. Sadece Allah’ın rızasını gözetip “Allah’ın rızası”na talip olanın “ittifak”ı terkedip “iftirak”a sapması nasıl mümkün olabilir?
“Cehalet” de “Ümmet birliği” için aşılması gereken önemli eşiklerdendir. Hem “ilimde cehalet”i, hem “amelde cehalet”i ve hem de “eylemde cehalet”i aşmak zorundayız. Önce bulunduğumuz ortamı tanıyıp, ortamın gereğine göre “farz-ı ayn ilimler”i öğrenecek, “ideolojik/tarafgir kalıplar”dan sıyrılıp “çevre kültürü”nden arınmış olarak “halis İslami ilimler”le meselelerimizi ele alacağız. Ardından, ilmiyle amil olmak lazımdır; zira “amelsiz müslümanlar”, aralarındaki “ideolojik tartışmalar”la tefrikayı körükleyerek “emelsiz kalabalıklar”a dönüşüyorlar. Müslümanların, “İslami hareketin eylemi”ni “vahdet” içinde gerçekleştirmeleri gerektiğini ihmalleri, “sonuçsuz devinimler”e yönelerek aslında eylemsiz kalmalarına yol açıyor.
“Dünya siyaseti ve uluslararası sistemin yapısı” hakkında azami bilgi ve bilinç sahibi olunmalı. Eğer müslümanlar uluslararası birlikler, yasalar, antlaşmalar, kurum ve kuruluşlar, denge ve çıkar ilişkileri vb. hususlarda bilmeleri gerekenleri gözetmezlerse, “günübirlik çalışmalar”la ve “anlık tatminler”le vakit öldürürler; güçlerini ve enerjilerini birleştirerek “esas düşman”a karşı çıkacakları yerde, “varlıklarını sürdürecek heyecan”ı müslüman kardeşlerine sataşarak diri tutma yanlışına düşerler.
“Ehven” varken “ehven-i şer”re razı olmak da aşılması gereken eşiklerden. “Olması gereken”i yapmayıp, yetersiz ve kısmi nitelikteki “olan”la idare etme yanlışı hepimizin esas sorunu. Çünkü “olması gereken”i yapmak “sorumluluk üstlenme”yi, “bedel ödeme”yi gerektiriyor; bu da nefsimize nâhoş geliyor maalesef. Ümmet birliğinin sağlanması için gerekli olan “Hilafet Müessesesi”nin kurulmasına odaklanması gereken müslümanlar, dünyanın her yerinde önlerine sunulan “yerel, sınırlı, güdümlü ve mümeyyiz olmayan otoriteler”e razı edildiler. “Allah’ın hudutları”nın aşıldığı, “Allah’ın hükümleri”ne isyan edildiği bir ülkede müslümanlar, “zulmün kaynağı”nı kurutmaktansa, “basit tatminler”e ve “sınırlı iyileştirmeler”e kanarak, “ehven-i şercilik”e saptılar. Bu da ehvene ulaştıracak “birlik ve beraberlik yolları”nı tıkadı.
Müslümanlar “ihsan makamı”ndan da uzaklaştılar. Allah’ın hepimizi her an görüp murakabe ettiği hakikatinden uzaklaşan müslümanlar, bu “ilahi murakabe”nin çizgisini de kolayca terkediverdiler.
En önemli eşiklerden biri de, müslümanların “hesap günü şuuru”ndan uzaklaşmış olmaları. Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğimizi unuttuk! Bu yüzden, yapmamız gereken çok şeyi yapmadık, yaptığımız çok şeyi yapmamız gerektiği gibi yapmadık, yapmamamız gereken çok şeyi de yaptık. Böylece, “emrolunduklarını yapmayanlar” ve “yaptıklarıyla emrolunmamış olanlar”dan müteşekkil bir insanlar sürüsü üredi. Bunlar “hesap günü”ne dair bir endişe duymadıklarından, vazifelerini eda etmediler. Oysa ahirette, dünyada yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan da, yaptıklarımızdan da hesaba çekileceğiz. Üzerimize farz olan “İslam kardeşliği”nden de hesaba çekileceğiz. O halde, ihtilafı ittifaka, tefrikayı vahdete dönüştürmeyi engelleyen “çıkarcı, nefsani ve duyarsız duruşlar”ı terkedip, “İslam birliği”ni sağlamak için ne gerekiyorsa yapmak zorunda değil miyiz?
Müslümanların ihtilaf/tefrika içinde olmaları, vahdeti gerçekleştirmemeleri kimlerin işine yarıyor? Tefrika İslam’ı mı hayata hakim kılıyor, yoksa küfrün, tağutun egemenliğini mi güçlendiriyor? İçimizdeki “bencillik”ten, “az olsun benim olsun” sapkınlığından, “baş olayım, ben olayım” zihniyet bozukluğundan kurtulup, farklı cemaatlerin/grupların çalışma metodlarını evrensel İslami ölçülere dönüştürerek vahdeti sağlamaları gerekmez mi? Şeriat’a aykırı olan tefrika içindeyken Şeriat’a talip olduğunu, farz olan İslam kardeşliğini terkedip İslam’ın farzlarını hayata egemen kılacağını iddia edenin samimiyetine güvenilir mi?
Şimdi, kendi gruplarının başında bulunan, ama müslümanların vahdeti sağlandığında konumlarını kaybetmekten endişe ettiği için birlik ve beraberliğe yaklaşmayan, bir araya gelmek için yüzlerce gerekçe ve ortak nokta varken bugün için öncelikli olmaması gereken farklılıklarla ayrılığı sürdürenlere, kendi nefislerine şunu sormalarını öneriyorum:
İslam hakim olacaksa, sen lider olmasan ne olur? İslam hakim olmadıktan sonra, sen lider olsan ne olur?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.