İstanbul’daki ‘renkli’ bir ‘Afrika-Türkiye Zirve
Konunun aslı, elbette ‘inneekremekum indellahe etqaakum..’ (meâlen, ‘Sizin en üstününüz, Allah’ın emirlerine en çok riayet edeninizdir’) âyetinde saklıdır..
Kezâ, Vedâ Haccı Hutbesi’ndeki, ‘Ey insanlar hepiniz Benî âdem’siniz (âdem oğlulları/âdem neslindensiniz); âdem ise topraktandır..’ nebevî beyan da aynı gerçeğin bir başka ifadesidir.. Kimsenin maddî özü, diğerinden farklı değil.. Hepimiz aynı çamurdanız.. Yücelik, sahib olunan değerler açısındandır..
Bir ülkede, ‘Hz. âdem, filan kavimdendir..’ diye bir acaib kavmiyetçi teori yaygın olarak sözkonusu ediliyordu.. Görüşümü sorduklarında, ‘Evet, doğru söylüyorlar!’ demiştim de, muhatablarım, ‘Nasıl olur?’ diye şaşırmışlardı. Cevabım, bir karşı sual şeklinde olmuştu. ‘O kavim, Benî âdem mi, değil mi?’ dediğimde, ‘Elbette..’ demişlerdi..
‘O halde, o kavim Benî âdem ise, Hz. âdem de o kavimdendir’ dediğimde, ‘O zaman Benî âdem olmayan var mı ki?’ diye, konuyu kendi beyinlerinde de çözmüşlerdi.
Mes’ele, budur..
Yûnus’umuz, 750 yıl öncelerden ne güzel seslenir: ‘Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan../ Halk’a muderris (üstad) olsa da, Hakikat’e âsîdir..’
İstanbul’da ve ilk kez toplanan ‘Afrika-Türkiye Zirvesi’nden sözetmek istiyorum:
Yazılı tarih, 3 bin yıl kadardır.. Ondan ilerisi, el yordamıyla.. Faraziyeler/varsayımlar..
‘İlahî vahy’e inananlar, bu konularda fazlaca bir problemle karşılaşmazlar..
Ama, sekuler mantık, hele de Batı dünyasında güçlendikten sonra, bu faraziyeler bir mantıkî temele dayanma çabasını geliştirmeye de özel dikkat gösterdi..
özellikle 1700’lerde.. ‘Naturalizm’, tabiatı, varlık âlemini tanımak yolundaki çabaların beşiği olarak, insanoğluna, insanın yaşadığı çevreyi tanıtmakta büyük hizmetler gördü..
Ve sonra.. Naturalizm, insanı da incelemeye koyuldu..
İsveç’li Linne, 1735’de, ‘Tabiat Sistemi’ isimli eserinde ilk kez olarak, insanları da fizikî ve moral özelliklerine göre türlere ayırdı.. Linne’ye göre, ‘Avrupalı, Amerikalı, Asyalı ve Afrikalı insanların fizikî özellikleri kadar, doğuştan gelen manevî değer ve özellikleri de farklı’ydı..
Ama, en önemlisi, ‘sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli insan tipi’ yani, ‘aryan’ ırkı çok farklıdır, o, üstün insandır, Linne’ye göre.. çünkü, kendisi de öyleydi..
1839’da ise, Amerikalı antropolog S. G. Morton, insanları renk ve yüz hatlarına göre derken, kafa yapılarına göre de, ‘brakisefal ve dolikosefal (yassı ve uzun kafalı..)’ diye gruplara ayırıyordu.. (Morton, bu arada, türklerin de mogollarla benzerliklerine rağmen, sonraları arab, fars, kürd, gürcü ve çerkezlerle karışarak güzel yüzlü insanlar haline geldikleri gibi bir kıyak da geçer.)
1910’larda, NewYork üni.de ‘Uluslararası Hukuk’ alanında ünlü bir hukukçu olan Theodore Woosley ise, ‘The international Law’ eserinde, insanları üçe ayırıyordu: A- Medenî insanlar , B- Yarı Medenîler.. C- Vahşiler ve putperestler..
‘Medenî’ler, ona göre, hristiyan ve yahudilerdi..
‘Yarı medenî’ler ise, japonlardı..
Vahşîler ve putperestler ise, diğer bütün toplumlar.. üzerinden henüz 100 yıl geçmedi.. Bugün bile, kendi renginden utanan ve üstün zannettikleri ‘aryan’ ırkı gibi beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü olmakta üstünlük vehmedip, hattâ onlardan ‘damızlık’ getirilmesini isteyen ‘Abdullah Cevdet’ tipi, ‘zamâne aydıncıkları’ yok mu?
Halbuki bazı antropolojik araştırmalar, ‘insanlığın Afrika’dan yayıldığı ve ilk insanlarda, siyah rengin hâkim deri rengi olabileceği’ görüşünü de ortaya atmakta..
Bu gibi antropolojik iddialardan hareketle, bazıları da, asıl ‘üstün insan’ın, ‘siyah insan’ olduğunu, deri rengi açıldıkça üstünlüğün de yitirildiğini iddia edebilmekte.. Bu, o ‘beyaz üstünlük’ iddialarına karşı bir ‘negroist tepki’ olarak tebessümle karşılanabilir.
Evliya çelebi’nin ‘Seyahatname’sindeki, ‘Sûdan Kralı’nın muhafızları bizi yakalayıp, kralın huzuruna götürdüler. Kral, ‘bu çiğ âdemler kimdir veya hangi zâlim kral onların derisini yüzdürmüştür?’ deyince, ‘Eyvah, bizi yağ kazanında kızartacaklar.’ diye korktuğu ve ‘Efendimiz, kimse bize zulmetmedi, bizim fıtratimiz böyle..’ diyerek kurtulduklarına dair anlattığı Sûdan gezisine dair eğlenceli satırları hatırlayabilirsiniz..
*Bazıları, hâlâ, eski darkafalılığı sürdürmekte ısrarlı..
İşin latîfe tarafı bir yana; çoğumuz bile, siyah insan karşısında, müslümanca, onları maddî açıdan kendimizle eşit bir durumda görebiliyor muyuz?
Nitekim, Afrika ülkelerinden 50 kadar ülkenin cumhurbaşkanları, başbakanları, dışişleri bakanları gibi en üst dereceli temsilcilerin Türkiye’de/İstanbul’da ilk kez bir araya getirilmeleri, bu teşebbüsü gerçekleştiren Abdullah Gül’e yakışmıştır, ama, laik medya bu konuda sınıfta kalmış ve onların, fakirliklerini, deri veya elbise renkleri ve başkalığı ve onlara lüks otellerde yer gösterilmesini alaycı bir tavırla ele almaktan utanmamıştır..
Abdullah Gül, ‘bu yıl, 15 Afrika ülkesinde daha elçilik açacaklarını’ söylediği zaman, ismi zikredilen ülkelerin başbakanlarının bile, bu kararı uzun uzun alkışlamalarının mânası düşünmeye değer değil midir? Adam yerine konulmanın sevincidir, bu..
Siyah Afrika ve bütün siyah derili insanlar daha bir mazlûmdur, sürekli.. çünkü derilerinin renklerinden dolayı aşağılanmışlardır, aşağılanmaktadırlar..
Bazı ‘laik kafalı’lar ise, toplantının çırağan Oteli’ndeki ‘Osmanlı Salonu’nda yapılmasından bile irticaî mâna, bir ‘Osmanlıya dönüş özlemi’ aramaya kalkışmışlardır.
İlginçtir, Afrikalı liderler adına bir teşekkür konuşması yapan Ethiopia (Habeşistan) lideri Meles Zenawi ise, ‘Böyle bir toplantı için, en münasib yer, ancak, İstanbul olabilirdi..’ derken, çok düşündürücü bir farklı bakış açısı sunuyordu..
(Bu Zirve’ye dair, özellikle El’Beşîr gibi bir darbeci generalin davet olunması ve Darfur’dan kaynaklanan tartışmalara ise, kısaca, bir sonraki yazıda değinelim, inşaallah..)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.