İnancının öznesi olmak
İnsanın inancıyla hayat tarzı, inancıyla amelleri, inancıyla gelecek tasavvuru ve inancıyla günlük hayatındaki öncelikleri arasında birbirini besleyen ve güçlendiren sıkı irtibatlar vardır. Aksi takdirde iç dünyası dış dünyasından farklı münafık ve şizofren şahsiyetlerden konuşuyoruz demektir.
Ya toplumlar?
Toplumların sahip oldukları inanç sistemiyle ahlâk idrakleri, inançlarıyla iktisadi, ictimai, siyasi pratikleri ve gelecek beklentileri arasında da ilkinin diğerini ilzam eden, yönlendiren boyutları vardır. Şüphesiz fertler için geçerli olan toplumlar için de geçerlidir, çünkü toplumları ferdi vahitler meydana getirir.
Eğer inanç kuru bir iddiadan ibaret değilse, mutlaka insanın dünyaya bakışına ve davranışlarına rengini vuracaktır. ‘Kavanozda ne varsa dışarıya da o sızar’ sözünün ihtiva ettiği hakikat de bu değil midir? Kişinin karakter hâline dönüştürdüğü üslubu ve amelleri aslında kalbindekinin dış dünyaya yansımasından ibarettir. Kişi inandığının aksini rol icabı yapmıyorsa eğer bu kaçınılmazdır.
İnsan sürekli inanmadığı gibi yaşayamaz, davranış kodları buna müsaade etmez. İnandığının aksine göre yaşamak da insanı mutlu kılmaz, çünkü bu onun yaradılış fıtratına aykırıdır. Ya inandığı gibi yaşayacaktır, ya da yaşantısı ona galebe çalacak ve yaşadığı gibi inanmaya başlayacaktır.
“Ben portakal sevmiyorum” deyip de hiçbir zorlama olmaksızın sık sık meyve tercihini portakaldan yana koyan kişi inandırıcı olabilir mi? Aksi de doğrudur; “Ben portakalı çok seviyorum” deyip de meyve tercihini mümkün olduğu hâlde portakaldan yana hiç kullanmayan kişi de inandırıcı olamaz.
İnsanın doğal refleksleri zihin kodlarının ve inanç haritasının bir izdüşümüdür. Yoksa insan inanmadığı yahut henüz kalbine kök salmamış bir inanç sisteminin iddiacısı olmaktan öteye geçemez.
Bu yüzden ittifak edilen tanıma göre, iman; kalple tasdik, dil ile ikrar ve amel ile de tatbiktir. İnanmak kuru bir iddia değil; kalp, dil ve amel tutarlılığında meydana gelen kıvamın adıdır. Buna siz aktif ve faal iman da diyebilirsiniz.
Bazı kişiler de imanlarına; hayatta karşılaştıkları zorlukları sihirli bir değnek gibi hemen çözen, fakirliklerine, hastalıklarına ve bin bir sıkıntılarına çözüm üreten, bir manada dünya zevkleri ve çıkarlarına hizmet eden bir araç muamelesi yaparlar.
Olmadığında da, ‘inancımın bana bir faydası olmadı’ diye iman ettikleri şeyi sorgulamaya başlarlar. İmanı bile çıkara araç kılarlar.
Bu dünyada geçici konaklamamızın sebebi imtihandır. Varoluş gayemize sadık olup olmadığımız sınanmaktadır. İslâm’ın bize öğrettiği hakikat budur. Buna rağmen imanı ahiret için değil de dünya için kazanmaya araç kılmak iman olabilir mi?
İman, insanı iyi ve zor gün tercihlerinde varoluş gayesine uygun özne kılarsa en büyük imkândır. Bunun şartı da insanın imanı istediğinde parmağına takacağı istediğinde de çıkaracağı bir araca dönüştürmemesidir. İslâm’ın mâbud telakkisi müşriklerin acıktıklarında yedikleri helvadan yapılmış puta benzemez.
Not: ‘Amel imandan cüz müdür, değil midir’ kelâmî tartışmasına girmeden amelin imanla irtibatına dikkat çekmek istedik.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.