Helalleşmenin dayanılmaz hafifliği
Gözünüzün önüne, bir kamu kurumunun konferans salonunu getirin. Çalışanlar oturmuşlar. Ön sıralarda yöneticiler... İçlerinden birisi, kurumun yeni genel müdürü. Kürsüde ise eski genel müdür. Makamların da hayat gibi gelip geçici olduğunu söylüyor. Müsbet bir konuşma yapmaya çalışıyor ama, suratı asık. Sanki, yüzündeki çizgiler bir iki günde artmış. Saçlarında siyah kalmamış. İnsan üzülünce başındaki pigment bir kaç dakikada ölür, saç bembeyaz olurmuş. Saçın ağarmasının da bir asaleti olmalı. Mesela; Sefiller'deki Jean Valjean örneği gibi. Kendisinin yerine başkasının suçlanmasına seyirci kalıp kalmayacağı sahnede öyle bir muhasebe yapar ki saçları bembeyaz olur. Artık böyle onurlu insanlar kitap sayfaları arasında hapsoldu.
Neyse, asıl konumuza dönelim. Sabık müdür, bir şeyler geveliyor. Sanki, asıl konuya gelmek için cesaret toplamaya çalışıyor. Sonunda, hakkı olmayan o cesareti, salondaki bazı gözlerde buluyor. Bilmiyor ki o gözler, kendisinden öncekilere de öyle baktı; kendisinden sonrakilere de öyle bakacak. " Hakkınızı helal edin" diyor nihayet. "Helal olsun " diyor, o bazı göz sahiplerinin dilleri. Yüksek sesle söylüyorlar ki tesirli olsun. Fakat üşüyor sabık müdür. Hatta, buz kesiyor. Zira, konuşmayan, sadece bu ibretli komediyi seyreden gözler, dağlardan kopup gelen bir çığa dönüşüp onu altına alıyor ya da her biri bir kıvılcım gönderip buz tutmuş yüreğini, sıcak suya düşmüş buz kalıbı gibi çatlatıyor. " Size zulmettim. Üzgünüm" dese acaba yumuşarlar mı? İmkansız gibi görünüyor. Hem o zaman, bile bile yaptığını kabul etmiş olur. Yapmak ayrı, yaptım demek ayrı.
Şansını bir kere daha deniyor. Sözlerini bitirip kürsüden inerken "Siz yine de helal edin" diyor. Yani büyüklük siz de kalsın. Her zaman küçük gördüğü insanlara, sadece kendine layık gördüğü bir sıfatı hediye etmeye kalkıyor. Cevap, zaten helal etmiş kişilerden geliyor. Diğer taraftan "tık" yok. İçlerinden birisi bağırmak istiyor. "Bizim devletin, milletin hakkını helal etmeye hakkımız yok." diye. Zaten bu malumun ilamı olacağından yapmıyor. Sabık müdür, omuzlarında nasıl taşıyacağını bilmediği bir yükle çıkıp gidiyor."Helal olsun" cular da peşinden çıkıp arabasına kadar uğurluyor. Sonrası malum. Karısını defneden adam misali, yeni müdüre çapkın bakışlar atmaya başlıyorlar. Sessiz kalabalık seyretmeye devam ediyor.
Bu hikâyenin hiçbir kurum ve kişi ile alakası olmayıp, tamamen hayal mahsulüdür. Hani filmlerde böyle yazıyorlar ya onun için böyle yazdım. Doğrusu ne peki? Bu hikâyenin, yönetilenlerle, yönetenlerin olduğu bütün kurumlarla alakası vardır. Aileden tutun, devlete kadar bütün kurumlarla...
Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki hemen her kurumun keyf çatanı, ezileni ve "neme lazım"cısı var. Neme lazımcılar, yöneticiler maalesef. Kanuni, Yahya Efendi'ye, devletin ne zaman batacağını sorunca "Yönetenler haksızlık ve zulmü görüp neme lazım deyince" cevabını alıyor. İkili ilişkilerde ya da ailevi ilişkilerde meselenin sevgi boyutu var. Canı isteyen istediğine hakkını helal eder. Özel sektörde de böyle. Patronla bir türlü helalleşebilirsiniz.
Oysa devlette kazın ayağı öyle değil. Kendi işinizde akrabanızın oğlunu kayırabilirsiniz. İsterseniz servetinizi bağışlarsınız. Ama kamu kurumunda yapamazsınız. İşe yaramayan insanlara verilen makamların ve paranın hesabı var. Devlet kurumlarındaki yöneticiler, makamların emanet olduğunu, emaneti teslim ederken sadakatin ve hıyanetin hesabını vereceklerini çok kolay unutuyorlar. Sadakat deyince, kendilerini o mevkiye getirenlerin işlerini halletmeyi, bir de yanlışlarına "doğru" diyenleri; hıyanet deyince yanlışlarına "yanlış" diyen insanları anlıyorlar. Her makam sahibi için mukadder olan o gün geldiği zaman da kendilerini avuttukları bir hellalleşme töreni yapıyorlar. O iki kelimenin kalpten olmasa da ağızdan çıkması yetiyor ya...
Oysa iki-üç haneli sayılarla ifade edilen kalabalıklar mühim değil ki. Gerisindeki milyonlar ne olacak? Üstelik bu helalleşme törenleri, zulmün bir başka boyutu. Anadolu'da bir hikâye vardır. Eşkıya yol kesip, yolcunun parasını almış. Sonra silahı alnına dayayıp "Ben haktan korkarım. Hakkını helal et." demiş. Gücün sembolü olan , emir verilen, itaat istenen, nutuk atılan yer olan kürsüden helalleşmek, şartlı refleks gereği, istenen cevabı verdirir.
Helalleşmenin bir adabı vardır. Kim kime neyi helal ediyor? Devlet makamında haksızlık yapan, adaleti gözetmeyenlerin helallik istemeye hakkı yoktur. Hadi yüzleri tuttu istediler. Adaletsizliğin, zalimliğin, "Müslümana bu yakışır." inancıyla kolayca affedilmesi, helalleşme hazinesinin hoyratça tüketilmesi, sadece zulmü besler . Helal etmede cimri olalım, zalim olalım demiyorum. Güce gösterdiğimiz saygıyı kavramlara da gösterelim.
Helalleşmenin dayanılmaz hafifliği mazlumun; dayanılmaz ağırlığı zalimin olsun ki zulüm azalsın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.