Cemaatsiz tören bile olmaz
Komutanların devir teslim törenlerinde siyasete ilişkin bolca mesajlar veren konuşmalar yapmasına alışmış olmalıyız. O kadar ki, bir komutan bu tür törenlerde bu tür mesajlar veren konuşma yapmayınca yadırgayacak hale gelmiş bulunuyoruz. Hani biraz daha ileri giderek bu tür konuşmaları “tören icabı” söylenmiş bile sayacak durumdayız. Bu sözlerin içeriğinin yüksek bir entelektüel performans sergilemesi, yüksek düzeyde öğretici olması konusunda kimsenin bir beklentisi yok
Tören kavramı aslında adı üstünde biri diğerinden çok farklı olma gereği hissedilmeyen bir döngüsel olaydır. Tören esnasında yapılan şeyler rutindir. Rutin dışına çıkıldığında hadise olur. Örneğin törenler esnasında herkesin protokoldeki yeri, kimin hangi jesti veya mimiği yapacağı bile önceden belirlenmiştir. O yüzden törenler öğretici değil, tazeleyici vesilelerdir. O yüzden törenler esnasında büyük mesajlar vermeye dönük girişimler, aslında bir hayli iğreti ve eğreti kaçar. Münasebeti yoktur törenler esnasında törenin anlamına ortak koşacak hareketler yapmanın.
Yorumbiliminde törenler esnasında yapılan konuşmalar yorumlanması gereken bir metin kategorisinde bile değerlendirilmiyor. Bu tür konuşmalar bir ezber ile söylenir, söyleyen kişilerde yeni bir bilgi heyecanı uyandırmaz, anlaşılmayı bekleyen bir mesaj içermedikleri için “metin-karşıtı” olarak nitelenir. Ancak metin-karşıtı olmaları veya anlaşılması beklenen yeni bir şey içermiyor olması bu tür konuşmaların tamamen işlevsiz olmaları anlamına gelmiyor tabii ki.
Bir tekrara dönüşen bu tür tören konuşmalarının sosyolojik olarak “cemaat kurmak” veya kurulu bulunan cemaatleri sürdürmek, bu cemaatlerde bir iman tazelemek gibi bir işlevi vardır.
Ancak bu konuşmaların işlevini yerine getirebilmesi için bile konuşmaların hitap ettiği kişilerde bir nebze kabul görmesi, yani aynı cemaatin diliyle konuşması gerekiyor.
Org. İlker Başbuğ'un tören konuşması, kabul edelim ki biraz rutin dışına çıkacak kadar görece daha sosyolojik içerikli idi. Ama tören ortamında irat edilen konuşmanın sosyolojik içeriği sosyolojik olarak doğru olduğu anlamına gelmiyor. Üstelik tesadüfe bakınız ki, özellikle cemaat hakkında söylenenler, bir tören esnasında söylenemeyecek sözlerdir, çünkü bütün törenler biraz da cemaat olgusu sayesinde mümkün olabilen sosyal hadiselerdir.
Cemaatten topluma (cemiyete) geçmenin modernleşmenin bir adımı olduğu düşüncesi bilimsel olarak terk edileli çok oldu. Bu düşünce, yani tamamen özgür ve bağımsız bireylerden oluşan bir toplum düşüncesi 19. yüzyılın sonlarına, belki biraz 20. yüzyılın başlarına ait saf, hatta biraz saftirik bir düşünceydi. Sosyoloji o zamandan beri insanın mutlak bir birey olarak kalamadığıyla ilgili bir sürü tartışmasız bulguya ulaştı. Buna rağmen böyle bir idealin halen bu kadar safça benimsenebiliyor olması ancak bir cemaat ortamında bazı ideolojik yanılsamalar paylaşılarak gerçek gibi sanılmasıyla mümkün olabiliyor. Artık cemaatin varlığı veya meşruluğu sorgulanmıyor, ancak cemaatin açıklığı veya kapalılığı, bireyin zihninin ve kişiliğinin gelişimini engelleyecek kadar baskın olması veya aksine geliştirici olup olmadığı tartışılıyor.
Darbe günlükleri, Ergenekon dosyasındaki diyaloglara ve resmi törenlere yansıyan konuşmalara bakıldığında en kısıtlayıcı insanı başka âlemlere kapatan cemaat sınırlarının ulusalcı, laikçi kesimde daha çok çalıştığı görülüyor. Birbirleriyle ve sadece birbirleriyle paylaşılan, dış dünyada hiçbir anlamının veya alıcısının olma ihtimali olmayan kodlamalar, söylemler gırla gidiyor.
Diğer yandan cemaat kavramının ileri dünyadaki vazgeçilmezliği düşüncesini besleyen çok daha üst düzey çalışmalar vardır. Doksanlı yıllarda Amerikan toplumunun giderek kaygısızlaşmaya ve toplusal dayanışması azalmaya yüz tutan bir tehlikenin eşiğinde olduğu tespit edildi. Bunun sebepleri üzerinde duruldu. Ropert Putnam isimli bir sosyal bilimci bunun en önemli sebebinin ekonomi sermayede zirveye ulaşıldığı halde sosyal sermayenin buna paralel bir gelişme kaydetmemesi olduğunu tespit etti. Bu çalışmalara Tarihin Sonu tezinden bildiğimiz F. Fukuyama da bir dizi çalışmasıyla iştirak etti.
Sosyal sermaye, insanları devlet baskısı altında olmaksızın toplumu ilgilendiren hususlarda bir araya gelmeye sevk edebilecek her türlü sosyal ilişki ağını ifade ediyor. Adına ister dernek, ister parti, ister okul aile birliği denilsin bütün bu bir araya gelişleri motive edecek en önemli etkenin din olduğunda neredeyse ittifak edilmiştir. Yani dinin cemaat üreten potansiyeli bir tehdit değil gelişmekten geri durmayan bir ülke için sadece bir imkan olarak değerlendiriliyor. Ancak cemaat sadece din ile mümkün olan bir şey değil. Ateist, laik, sosyal yardım, etnik, hemşeri veya akrabalık bağına dayalı cemaatler de olabilir.
Zaten sosyal sermaye tartışmalarının bir boyutu da bütün bu cemaatler arasındaki rekabete de yine toplumu geren değil geliştiren bir yer veriyorlar.
Yeter ki cemaatlerden birisi diğerlerini gammazlayarak yükselmenin yolunu bulmuş olmasın.