‘Yediğimiz yoğsul eti, içtiğimiz kan’ olmaya..
Kutlu Ramazân’dayız.. Ramazân, müslümanın dört mevsiminin Baharıdır.. Ardından, Yaz gelir ve -iyi hasad yapılamazsa, kaçınılmaz olarak- sonra Hazân (Güz) mevsimi ve Kış..
Kutlu Ramazan’ın bize öğretmek istediği nedir?
Günün yaklaşık dörtte üçünde, bütün bedenî fizyolojik ihtiyaçlardan kendimizi uzakta tutup, iftar vakti gelince, bütün o uzak kalınan ihtiyaçları ve ni’metleri son haddine kadar kullanmak mı; yoksa, ihtiyaçları asgarîye, en aza indirmemiz için bize yaptırılan bir iradeli idman, bir ‘ruhî ve bedenî disiplin’ midir? Mutlaka, bu ikincisi..
Bu ruhî ve bedenî disiplin, bize, ‘yemek için yaşamak’ değil, ‘yaşamak için yemek’ anlayışını öğretiyor.. Aksi halde, Ramazan’ın maneviyâtına erişmek, nasıl mümkün olur?
‘İnsanoğlunun doldurduğu en kötü kab, midesi’dir, şeklinde gelen bir hadîs rivayeti ne kadar ağır bir ihtar ve hattâ itâbdır!
İnsanın en büyük dikkati, midesine göre şekillenirse; itibarı da, onun sonucu kadardır.
Unutmayalım ki, çocukluk, hastalık veya damak zevkı gibi fıtratten gelen veya bünyenin doğum sonrası kazandığı tabiî eğilimler hariç, normalde her insanın bünyesi aynı istekleri hisseder. Sultan ile kölenin veya zengin ile fakirin veya âlim ile câhilin arasında, kalbin/gönlün duyuşu ve beynin tefekkürleri açısından farklılıklar olsa bile, midevî talebler aynıdır.
İhtiyaçları teşvik edip arttırmakla varılacak nokta, sonu gelmez bir materyalist tüketim çılgınlığıdır. İhtiyaçları asgarîye indirmek ve kanaat, göz ve gönül tokluğu ise, bizim kültürümüzün azîz bir hediyesidir, bize..
Bizim hayat anlayışımız, ‘egoist, hodgâm/bencil, hep bana..’ dedirtmeyi ayıplayan bir inanç ve irfan pınarından beslenmektedir.. Bizim kültürümüz, ‘digergâm’/başkasını da düşünen bir kültürdür.. Bu ise, ferdiyetçilikten cemaatleşmeye doğru bir yükseliş hamlesidir ve sosyal bünyeyi daha bir sağlıklı hale getirir.. Miladî- 2000-2001 yıllarındaki büyük sosyo-ekonomik buhranı, o sosyal ve derunî dayanışma şuûruyla kolay atlattı, Türkiye.. Yoksa, Arjantin’den de kötü olurdu.. Onu, materyalist/laik anlayışlılar anlayamazlar ve kendilerine bir hayatî tehdid olarak algılarlar..
Bu açıdan, müslüman toplumların sosyal hayatında Ramazan’ın gördüğü asıl fonksiyon asla gözardı edilmemelidir.. Ve, bütün ibadetlerde olduğu gibi bu ibadette de hedef, insan’a, ruh ve beden disiplini kazandırmak sûretiyle; onu ihtiyaçlarının, arzularının zebunu ve esiri, kölesi haline gelmekten kurtarmaktır. Esasen, ‘Lailaheillallah’ da, insanın Allah’dan ve onun dinine göre şekillenmeyen hiçbir güç önünde eğilmeyeceğini bütün dünyaya ilan etmek şeklindeki bir gerçek ‘özgürlük manifestosu’, bildirgesi değil midir?
Böyleyken, Ramazanlarımızı bir eğlence kumpanyası veya rengarenk ziyafetler yarıştırması haline dönüştürmek isteyenlerin rüzgarına karşı hepimiz hassas olmalıyız.. Ramazanlarımız ve iftar sofralarımız renkli ziyafet sofralarına, gösteriş için ibadet anlayışı çarpıklığına, eş-dostlar arası bir ikram yarıştırmasına dönüştürülmemelidir..
‘Dünya servet ve ni’metleri, kendi aranızda dolaşan bir devlete dönüşmesin..’ ihtarı, bizi bir ‘doyumsuz tüketim organizması’na dönüşmekten alıkoymalıdır.. Bu da kanaat gibi hasletleri geliştirmekle olur, tıka-basa yiyerek değil.. İnsanların kardeşliği ideali, ancak Ramazan’larla daha bir pratiğe dönüşmek imkanına kavuşabilir..
Elbette ki, her canlı gibi, insan da yaşamak, hayatını sürdürebilmek için yemek zorundadır.. Ama, ‘helâl-haram’ demeden ve tıka-basa yemek olmamalı bu.. Aksi halde, bu hal, insanı hayatın aslî mâna ve hedefinden uzak düşürür.. Allah’u Tealâ, beyin, kalb ve ciğerlerimizi kemiklerle kuşatmıştır.. Ama, midemize gelince, onun etrafını kemikle çevirmemiş, serbest kılmış ve böylece onun yönetimini bizim irade ve idrakimize bırakmıştır..
Bir hoş ‘kıssa’ vardır.. Bir mekanda, insanlar lezîz yemeklerin etrafında dizilmişler, ellerinde çok uzun saplı kaşıklar ve amma, o kaşıklar bileklerine bağlı.. O kaşıklarla aldıkları yemekleri ağızlarına getiremiyorlar ve o bencillik anlayışıyla aç vaziyette bekleşiyorlar..
Bir diğer mekanda da, aynı tablo.. Ama, oradakiler kendi kaşıklarıyla, karşılarındakine yemek veriyor ve yardımlaşmayı ve ‘digergâm’ olmayı öğrenmiş olarak, ni’metlerden faydalanıyorlar.
Bu durumu gören bir bilge kişi, ‘İşte bakınız aynı şart, vasıta ve imkanlarla insanlar bir yerde Cehennem ehli, diğer yerde Cennet ehli durumuna gelebiliyor..’ diye özetler..
* İNANCINI BİR ZEVK HALİNE GETİRENLER, DAİMA İMRENDİRİR..
Bizim inanç dünyamız, bizim kültür ve medeniyetimiz, ondan nasibsizlerin anlayabileceği bir dünya değildir.. Yûnus’un 750 yıl öncelerden, ‘Gitti beyler müruvveti, /Bindiler yağız atı.. /Yedikleri yoğsul eti, içtikleri kann olısar..’ diye seslenişi bizi çok güzel anlatır.. Adâlet ve zulüm; haram-helâl anlayışları ve ‘dünya ni’metlerinin insanlar arasında adâletle dağılımı’ demek olan ‘qıst’a riayet, bizim dünya görüşümüzün, hayata bakışımızın temelini teşkil eder..
Bu açıdan, kanunî bir zorlama olmaksızın, derunî bir sorumluluk anlayışı geliştirmesi açısından Ramazan, müslümanların hayatında Bahar Mevsimi mesabesindedir..
Türkçedeki en güzel ramazan şiirlerinden birini yazmış olan Yahyâ Kemâl, bir iftar öncesinde -o zamanlar İstanbul’un fakir bir mıntıkası olan- Atik Valde’ye gidişini anlatır, ‘Atik Valde’den İnen Sokakta..’ şiirinde.. Şair, orada, fakir insanların, iç dünyalarını ışıtan Ramazan maneviyatına, bakkalda bekleşen süzülmüş benizli fukara kızcağızlara ve iftardan sonra, çekilmiş perdelerin ardındaki dünyanın aydınlığına imrenir ve ‘Yârab, nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz./ Tenha sokakta kaldım, oruçsuz ve neş’esiz, / Yurdun bu iftârından uzak kalmanın gamı,/ Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.. / Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime; / Azçok ferahladım ve dedim kendi kendime.. / Onlardan ayrılış bana her ân üzüntüdür, / Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür..’ diye nefis bir itiraf ve teselliyi dile getirir.. Bu acı itiraftaki güzel teselli bile bir ayrı ni’mettir.. O ni’metten mahrum olanların da ona ulaşmasını temenni edelim..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.