Gen ve Kültür
Bazen yaşanan popüler kültür içinde hiç beklenmedik bir şey olur.
İnsanlar ortalama bir hayat yaşarken ve herkes birbirine benzerken bir insan çıkar ve sanki o güne kadar hiç işitilmemiş olan bir gerçeği haykırır.
Bir kahramanlık yapar, bir duruş sergiler. Bir aba ortaya koyar, bir eser yazar. Bir şey yapar…
Sanki asırlar öncesinden gelen bir mektupla dirilmiştir.
Ona bu işleri kültür değildir yaptıran. Zira yaşanan kültür popüler kültür... Kültürsüzlük de diyebiliriz buna…
Maya dediğimiz böyle bir şeydir işte.
Bin yıl evvelinden gelir ihata eder, ruhu ve bedeni sıkar, dikotomisini çatlatır ve ahenge mecbur kılar. İnsana asıl olması gerektiğini hatırlatır. Artık onun bu mektubun gereğini yapıp yapmaması başka bir şeydir.
Mayası temiz ise yapar, kirlenmiş kirletilmiş ise şeytana uyar. Evlad-u ıyal filan der, korktum der, aman sen de der, hele biraz daha bekleyeyim filan der.
Edward Oo. Wilson, kültürün köklerinin biyolojide olduğunu ileri sürmektedir.
İnsan biyolojik bir varlıktır en başta doğal olarak. Yılmaz Özakpınar da sosyal psikolojinin aslında biyolojik bir ilim olduğunu söyler. İnsan da milletler de biyolojik varlıklardır. Yaşamaktadırlar.
Kültürün evrimi zihni gelişimin epigenez kurallarıyla yönlendirilir. Wilson bu karalarlı genlerin belirlediğini açıklar.
Karıncanın bir milimlik beyninde bir milyon sinir hücresi olduğunu daha önce ifade etmiştim bir yazımda. İnsanda ise milyar... Karınca yuvadaki kardeşine su damlası götürürken bunu bir eğitimden değil genlerinden alıyor.
Kısa vadeli hafızamız ile uzun vadeli hafızamız arasındaki mesafe bizim derin kültürümüzle olan ilgimizi de belirler.
Uzun hafızaya yerleştirdiğimiz mesela Sadi’yi, Meesnevi’yi, Kur’an’ı, Kutadgu Bilig’i, Oğuz Kağan’ı, Kanunnameleri, Fetvaları, Sefernameleri, 1001 Gece Masallarını işte kısa ve uzun bellek arasındaki münasebetten çıkarabileceğiz.
“Enformatik gelişimin epigenez kuralları, düğümlerin nasıl yaratıldığını ve semantik ağlar(dolayısıyla kültür) oluşturacak şekilde nasıl birleştiğini belirler. Bu fizyolojik süreçler, evredeki uyarmaların sıkı bir süzgeçten geçirilmesini dayatır ve bunun ardından gelen her algı basamağını değiştirir; kısa vadeli bellek ve uzun vadeli bellekten hatırlamaya, hissetmeye, derin düşünmeye ve karar vermeye kadar.” (Edward O. Wilson, In Search of Nature, 1996)
Bir insanın veya bir toplumun uzun ve kısa hafızalarına sirayet edebilen bir mekanizma onun davranış kodlarıyla da oynayabilir.
Bugün Türk milletinin, İslam ümmetinin, Büyükdoğu’nun nasıl tanımlarsanız tanımlayın bizim yani, davranış kodlarımızla oynanmıştır.
Fakat genlerden kültüre aktarım teorisi bize ümitsizliğe düşmememiz gerektiğini söylüyor. Genlerden kültüre aktarılacak ve şeytanla düşmanın asla farkına varamayacağı mayamızda gizli nice cevherleri çıkarıp kahraman olduğunda nesiller…
İşte o zaman her şey daha başka olacak…
Olabilir mi?
Neden olmasın?
Yolumuzu Aydınlatan Darbımeseller
Mâziden:
Şeyh Sadi’yi okumadan yatmazmış Mehmet Akif. Bağdat’ın bugünkü hâline bakıp geçmeyin. Bir zamanların İskenderiye’si gibi büyük bir irşad merkeziydi Bağdat. Eşsiz kütüphaneleri ve medreseleriyle dünyanın en kaliteli yüksek öğrenimi verilirdi. Sadi de Bağdat’taki Nizamiye Medresesinden yetişti. Sühreverdi ve Geylani’den dersler aldı. Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilminde hayli ilerledi. Haçlı istilasında esir de düştü.
Mevlana iklimindeki gibi karışık bir dönemde yaşadı. O hercümerç içinde yüksek üç ilimde tahsili yanında halka şiir ve hayatı buluşturan davranış kodları kazandırması onun en büyük vasfı.
Anlattığı hikâyelerden mürid de şeyh de, avam da padişah da yararlandı.
Bugün böyle öğüt sahiplerine ne kadar ihtiyaç var.
Ama dinleyen kaldı mı?
İnsanlar gerçek insan olmaktan sanal hesap haline geldiği için havada uçuşan kavak yelleri gibi… aslında birbirleriyle hiç karşılaşmadan sürekli hesaplaşıyorlarmış gibi yapıyorlar.
Cemil Meriç’in dediği gibi “kime yazıyorsun bu mektubu?”
Tevekkülle Rızık Beklemek
Osmanlıca öğreneceğiz ya… Bu elbette eski yazıyı kıvırıp ecdadla dalga geçme düzeysizliğinde kalmamalı.
Geniş bir kültür ve medeniyet iklimi de ihya edilmeli bence.
Şeyh Sadi Şiirazi’yi okumadan olmaz.
Mevlana gibi bize hayat içinde öğütler bahşeder.
Mevlana’da da var aslan ile tilki hikâyesi. Ama bugün Akif’in hatırasına Sadi’den aktarmak isterim.
Yahya Kemal, Türkler pilav yer, Mesnevi okurlar ve savaşırlar diye özetlemiş tarihimizi.
Bostan ve Gülistan’ı da ihmal etmemek lâzım…
Adamın biri yolculuğa çıkmış. Varacağı yere gecikmiş, ya da yolu şaşırmış. Geceyi kırda geçirmek zorunda kalmış. ‘Ne olur ne olmaz vahşi hayvan çıkar mıkar’ diyerek de ağaca çıkmış. Ağaçta çökmekte olan karanlığa rağmen ay ışığında olanı biteni izlemiş. Tilkinin biri yarı sakat, aciz uzanmış sanki bir şey bekliyor.
Derken bir aslan çıkıp gelmiş ağzında yavru bir ceylan. Aslan oturup bi güzel avını parçalayıp sakin sakin yemiş. Geri kalanını da bırakıp gitmiş. Tilki de bu hazır sofraya güzelce kurulup karnını doyurmuş, hiç zahmet çekmeden.
Adam kendi kendine söylenmiş: “Ey kadir-i mutlak Allah’ım! Demek ki böyle oluyormuş. Rızkını ayağına gönderiyormuşsun. Ona buna yüz süreceğime ben de tilki gibi yapayım. Rızkımı ayağıma gönder. Tevekkül eyleyip bekleyeyim.”
Bir müddet ağaçta pinekleyen adam sonunda inmiş ve tabii bir mağaraya gidip kurulmuş.
Bekle bekle rızık gelecek…
Açlıktan perişan haldeyken rüyasına bir aksakal girip şöyle demiş:
“Behey budala! Senin vücudun sağlamdı, tilkininki sakat. O sakat tilkinin sahasına girdin. Git aslan ol çalış çabala rızkını kazan, senin artığınla başkaları kazansın.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.