Kapitalizm Fıtrata Ters Bu Topraklarda
Üçüncü Dünya’da egemen olan çoğu ideolojiler bu ikisinin bir harmanını veya karışımını içerir. Bunlar arasındaki gerilim açık ve acı vericidir.
Kadim dünyanın en azından kısmen bu açmazdan kurtulmuş görünen bir kesimi vardır: İslam toplumları, bilhassa kırsal bölgelerde kalan Müslüman toplumlar. Bu ilginç istisna bugüne kadar geniş ölçüde fark edilmemiştir.
Bütün büyük geleneksel inanç sistemleri arasında sadece İslam’ın zayıflamak şöyle dursun, giderek güçlü bir toplumsal ve sayasal hareketlendirici kuvvet haline geldiği, tuhaf ama son derece önemli bir olgudur.
İslam’ın kitaba dayalı, düzgün sınırlı teolojisi onu hem merkezileşmiş rejimlerin, hem de gelişim programlarının gereklerine uygun kılıyordu.
Ölçülü ve sınırlı tevhidçiliği (unitarianizm), ahlakçılığı ve manevi fırsatçılıktan, hileden ve teveccühten kaçınması; kısacası ‘protestan’ özellikleri, İslam’a modern dünyayla bir yakınlaşma sağladı. Modern dünyayı doğurmamasına rağmen diğer inançların dışında modern dünyaya en iyi biçimde uyarlanmak üzere kendini dönüştürmeyi başardı. Kendisini hem halk ‘hurafeler’inden, hem de onun arkaik hiyerarşilerinden ayrıştırabildi ve bu ikisi tarafından sürüklenmedi.
Elbette bütün bu gerçekler İslam ülkelerini ne milliyetçiliğin ne de sosyalist köktenciliğin etkisinden kurtardı.
Ernest Gellner, Bryan S. Turner’in Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam kitabına yazdığı önsözde bu görüşlere yer veriyor. Ona göre İslam toplumlarında muhafazakâr çıkar çevreleri, milliyetçi ve sosyalist etkilenmeler vasat bulsa da neticede kapitalist hayat biçimini içselleştirmede yine de çok uygun bir alt yapı vardır.
Turner da kitabına başlarken bu temel görüşle hareket ediyor:
Hıristiyanlık ve İslamiyet tarihsel olarak benzerlikler ve farklılıklar yaşamaktadır.
1. İslami kurumlar ve girişimcilik faaliyetleri gibi iktisadi davranışlar
2. Hıristiyanlık ve İslam arasında tarihsel çatışmaların ticaret yolları üzerinde cereyan etmesi
3. 19.yy’da İslam toplum yapısı üzerine tartışmalar siyasi mücadeleler bağlamında yapılmıştı. Şimdi kapitalizm ve İslam ilişkileri bağlamında ele alınması gerekiyor.
Turner, giriştiği çözümlemenin aslında Batı’nın Doğu’ya üstünlüğünü tescil anlamındaki derin misyonun bir parçası olarak yaptığının farkındadır. Avrupa vicdanı olarak ortaya çıkan eski sosyalist-komünist çözümlemenin mimarı Marks bile bu misyona sahipti. Ona göre de İngiliz’in Hindistan’ı işgali oraya medeniyet götürmek içindi ve Osmanlı gibi materyalist diyalektiğin uymadığı doğu toplumsal ve iktisadi nizamı ATÜT gibi kestirip atmaca bir çözümleme ile geçiştirildi.
Şimdi Turner, oryantalizm bahsinden yola çıkarak geleneksel İslam toplumlarının tarihsel süzgecini tahlil ediyor.
Tembellik, şehvet, despotizm, muhafazakâr çıkarcılık, kışkırtıcı milliyetçi potansiyel, devlet ve sivil toplum arasındaki zımni sözleşmeyi tetkik etmekte ve İslam’ın modern uyumu için yeni varsayımlar ileri sürmektedir.
Gibb ve Bowen gibi oryantalistlerin etkilerini araştıran Turner, daha sonra Weber’deki oryantalistlerin etkilerini ele almaktadır.
Feodalizmde toprağın tasarruf hakkı, askeri hizmet karşılığında miras bırakılabilen bir hak olarak soylular tabakasına aitti; patrimonyalizmde ise toprak mülkiyeti devlet tarafından alıkonmuştu, bir hizmet karşılığı olan kullanım hakkı ise miras olarak bırakılamazdı. (S.27)
Weber’in İslam hakkındaki parçalı yorumları ve patrimonyal hâkimiyetin sistematik analizi, rasyonel kapitalist gelişmenin ortaya çıkışı ve süreklilik şartlarını incelediği çalışmasının uzantısıdır. We-
ber’in İslami bilgisi, Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkındaki bilgisine göre çok zayıftır. İslamiyet hakkındaki bilgisini ve bakış açısını Snouk Hurgronje, C. H. Becker ve Julius Wellhausen gibi yazarlardan edinmiştir. (S.26)
Dini değerler ve kapitalist kurumlar arasındaki ilişki hakkındaki genel yargıya katılır Turner.
Şehirli çevre emniyetsizdi ve emperyalist ordulara açıktı. Bu yüzden orada orta sınıf gelişmedi. Ayrıca mülkiyet kavramının batıdaki gibi olmaması da kapitalist temerküzü engelliyordu. Sermaye doğuda sadece kiracı olarak kullanılabilen bir şeyden meydana çıkıyordu. Bu yüzden de sürekli bir kriz vardı.
Engels’in, Türkiye’de sermaye birikiminin –kişi güvenliği ve mülkiyetin- temel ön-gerekliliklerinin (prerequisite) yokluğunu savunan görüşünden bir farkı olmayan, istenmeyen bir sonuca yol açar. (S.28)
Ortadoğu ordularının memur elitlerinin içinden belirli bölümlerin, Avrupa’da tarihi olarak burjuvazi tarafından yürütülen toplumsal ve ekonomik işlevlerini yürütüp yürütemeyeceği tartışılır.
Paul A. Baran’ın (The Political Economy of Growth) tespitiyle “endüstriyel kapitalizmin yokluğunda endüstriyel kapitalistler yoktur ve endüstriyel kapitalistlerin yokluğunda endüstriyel kapitalizm yoktur”. (S.34)
Ekonomik faaliyetlerin azlığı, buna rağmen işsizliğin yüksek oranda seyir izlemesi yine de Ortadoğu’da kurumsal ve toplumsal olarak bir değişimi zorlamamaktadır.
İnternalist – içselci faktörler kapitalist girişimciliği önlüyor.
Frank, Magdoff, Dos Santos ve Furtado gibi yazarlar ise uluslar arası konum üzerinde dururlar. Yani bu ülkeler geri bıraktırılmışlardır.
Asya’nın durağanlığı, özel mülkiyetin yokluğu, devlet egemenliği ve köy ekonomisinin Asya Tipi Üretim Tarzının temel özelliğidir.
(S. 54)
Immanuel wellerstein, The Modern World System adlı eserinde, Avrupa’nın Asya’yı anlaması çabasına katkıda bulunmuş ve Avrupa ekonomisinin teşekkülünü imparatorlukların çöküşüne dayandırırken Asya’daki yapının farklılığı üzerinde durur. Feodalizmle sonuçlanan Avrupa sistemi kapitalizme de vasat hazırlamıştır.
“Oysa Türk-İslam ve Çin imparatorlukları durumu prependalizasyon süreciydi. Weber’in tartıştığı gibi, feodalizmde toprak sahipleri göreceli olarak yüksek gelir, özerklik ve merkezî devlete nispeten bir güce sahiptiler; oysa prependalizmde toprağı sahiplenen sınıf zayıftı ve devlet bürokrasisinin hatırı sayılır ekonomik ve askerî gücü vardı. Bunun için batı Avrupa’daki feodalleşme Roma’nın imparatorluk yapısının parçalanmasına yol açtı, fakat Çin ve İslam prependalizasyonu imparatorluğun korunmasıyla sonuçlandı.
Wellerstein’in tezi prependal imparatorlukların feodalleşme ve kapitalizm ihtimalini engellediği görüşüne dayanıyordu.
Avrupa’nın parçalı yapısı onun kapitalist temerküz sağlamada avantajı oldu. Doğu imparatorlukları sermaye birikimine fırsat vermiyordu. İleri bürokrasi ve güçlü merkezî siyasî yapı Çin ve İslam imparatorluklarının temel vasfıydı. Gelişme ve yatırım devlet eliyle olacaktı. Her ne kadar Avrupa’da bir dünya imparatorluğu kurmaya hamleden Fransa ve İspanya gibi devletler olduysa da başarısız kalmışlardır. Böylece Turner, Wellerstein’i dengeleyen bir tez geliştirir. Dinamik Batı ve durağan Doğu karşıtlığı değildir mesele.
Benim Köylü İmparatorluğu adını verdiğim, Turner’in pre-kapitalist bir sistem dediği, Mehmet Genç’in Devlet ve Ekonomi kitabında işaret ettiği biçimde fiskalist ekonomi adını verdiği Osmanlı ATÜT nazariyelerinden beri bir türlü netleşmemiş bir iktisadî siyaset bütüncüllüğünü yaşatmaya çalışıyordu. Ama internal çözümleme yanında external faktörleri yabana atmamak lazımdır.
Toprağı işleyen ve merkezî bir ideoloji etrafında kenetleşen toplumun ayrılmaz parçası hüviyetinde olan tımarlı sipahiler ticarî mülkleşme tımarın önüne geçince zayıfladı. Merkezî devlet ve yürüttüğü sistem(hem kendini yaşatan hem de yaşattığı) zayıflayınca derebeyiler ve ayanlar güçlendi. Ayan ve derebeyi sınıfı, acaba Batı Avrupa’daki gibi, bir sistem yenilenmesine ve kapitalist temerküze alt yapı olabilir miydi?
Mehmet Genç, Osmanlı’da Devlet ve Ekonomi adlı eserinde “olamaz” diyor ki haklıdır.
O halde çizgiden çıkıp da İslam’ı kapitalistleştirmeye kalkmanın ve böylece de imandan olmanın âlemi var mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.