Kaybedilen Topraklarımız ve Anadolu'nun Mâsum Çocuğu
Cenab-ı Allah küllî nefsi halk edince ona “Ben kimim ve sen kimsin?” diye sorar. Nefis de “Sen Sen’sin, bende benim” cevabını verir. Bunun üzerine Hakk teâlâ nefsin cehenneme atılmasını emir buyurur. Nefis cehennemde bin sene yandıktan sonra Allahu Teâlâ nefsi yeniden huzuruna getirtip aynı suali tekrar sorar ve nefisten aynı cevabı alır. Bu şekilde külli nefis tam üç bin sene cehennemde azab görür. Nefis, Aziz Allah’ı tanımama hususunda ısrarcıdır. Ama Rab ismiyle bütün mevcudatı terbiye eden Cenab-ı Allah nefsi de terbiye etmesini bilir ve “nefsin gıdasını kesin” emrini verir. Gıdası kesilen nefis hemen hizaya gelerek cehennemden “Beni Rabbime götürün” diye seslenir. Huzurullah’ta Aziz Allah nefse “Ben kimim ve sen kimsin?” sualini yeniden yöneltir. Nefsin verdiği cevap ise “Sen benim Rabbimsin, ben ise Senin zayıf bir kulunum” olur. Bu kıssadan anlaşılacağı üzere açlık nefsimize çok ağır gelir.
Şanlı Peygamberimiz de (aleyhisselâm) “Allah’ım, açlıktan Sana sığınırım. Çünkü o ne kötü bir arkadaştır” buyurarak açlığın çok çetin bir imtihan olduğunu belirtmiştir.
Tarihte de devletlerin siyasetine yön veren en mühim unsur açlık tehlikesine mani olunması yani halkın en güzeliyle gıda ihtiyacının karşılanmasıdır. Göktürk Hakanı Bilge Kağan Orhun Kitabeleri’nde “aç milleti tok kılmak”la övünmektedir. Şeyh Edebâli Hazretleri de meşhur nasihatinde “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diyerek Ertuğrul Gazi’ye bu hususun ehemmiyetini hatırlatmıştır.
Tarihin en mühim hâdiselerinden biri olan “Kavimler Göçü”nün temelinde de açlık tehlikesi yatar. Asya’da sürülerini besleyemeyen Hun Türkleri batıya doğru ilerleyerek Hazar’ın kuzeyinden geçip Avrupa’ya girmiş, Avrupa’nın mağara devrini yaşayan kavimleri ise doğudan gelen bu savaşçı millete mukavemet gösteremeyerek bulundukları yerlerden batı ve güney istikametine büyük göçler gerçekleştirmişlerdir. Avrupa’nın bugünki siyasî haritası da bu göçlerin neticesinde meydana gelmiştir. Kavimler göçünün esas unsurlarından biri olan açlık, Fransız ihtilâlinde de mühim bir âmildir.
Bugünde dünya siyasetinde üstü örtülü bir gıda savaşı yaşanmaktadır. Siyaset bilimciler III. Dünya Savaşı’nın açlık sebebiyle çıkabileceğini ifade etmektedirler. Böyle bir harb uzak bir ihtimal değildir.
Dünyada 7 küsur milyar insan yaşamaktadır. 50 sene evvel dünya nüfusu bunun yarısı kadardı. Böyle giderse 60 sene sonra dünyadaki insan sayısı tahmini olarak ikiye katlanacaktır.
Bugün dünyada 7 milyar insanın beslenmesi için Güney Amerika kıtası büyüklüğündeki alan tarım amaçlı kullanılmaktadır. Nüfus ikiye katlandığında ise insanların gıda ihtiyacının karşılanması için Güney Amerika’nın iki katı büyüklüğünde tarım arazisi gerekecektir.
Türkiye’ye baktığımızda ise topraklarımızın %35’inin tarım amaçlı kullanıldığını görürüz. Arazimizin %18’i mera, %27’si orman, kalanı ise şehirler, yollar ve kullanılamaz alanlardır. Dünya için verdiğimiz misal ülkemiz içinde geçerlidir. %35’lik tarım sahamız 77 milyonu ancak beslemektedir. Hatta dışarıdan temel tarım ürünleri ithalimiz de söz konusudur. Nüfusumuz 100 milyona çıktığında kaba bir hesapla mevcut ziraî alanlarımızın üçte biri kadar bir araziyi tarıma kazandırmamız ve tarımda ıslahı yaygınlaştırmamız gerekmektedir. Ancak bu şekilde dışarıdan ithal etmeden kendimize yeten bir seviyeye gelebiliriz. Atalarımızın dediği gibi elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.
Ülke olarak ziraî tarım arazilerimizi artırmamız elzemdir. Fakat fiiliyatta vaziyet tam tersidir. Son on senede ülkemiz, mevcut ziraî arazisinin %10’una tekabül eden tarım topraklarını imara, inşaata kurban vermiştir. Tarım topraklarının imara açılması ile son on senelik süreçte Belçika büyüklüğünde tarım arazimizi kaybetmiş bulunmaktayız.
Kaybedilen tarım arazisinin Türkiye’nin en verimli ovaları olan Çukurova, Bafra gibi birinci sınıf ovalarımızda daha çok gerçekleşmesi bir takım hususî tedbirleri almayı gerekli kılmaktadır.
Ziraî tarım arazilerimizi muhafaza etmek aynı zamanda Millî Güvenlik meselesidir. Tarım devletler için stratejik öneme sahip bir alandır. Şimdilik dünyanın en büyük gücü olan ABD yalnızca buğday ihracatından 7 milyar dolar gelir sağlamakta ve çoğu mısır olmak üzere senede 72 milyon ton tahıl ihraç etmektedir. Bu mühim konuda yazmaya devam edeceğiz.
ANADOLU’NUN MÂSUM ÇOCUĞU
Üstad Necip Fâzıl Bey meşhur Sakarya Türküsü şiirini 1949’da yazmış, lâkin şiirde geçen tespitler aradan onlarca sene geçmesine rağmen geçerliliğini muhafaza etmektedir.
Üstad şiirinde “Öz yurdanda garipsin, öz vatanında parya” diyordu. Parya, kast sisteminin olduğu Hindistan’da her türlü haktan mahrum olan en alt sınıfın ismidir. Ne yazık ki bu ülkenin ana damarı olan Müslüman-Türk-Anadolu kimliğini temsil eden esas kitlesi hâlâ öz vatanı olan Türkiye’de parya muamelesi görmektedir. Ege Üniversitesi’nde Fırat Yılmaz Çakıroğlu kardaşımızın başına gelen hadise bunun en bariz delilidir.
Çakıroğlu ilk değildir ve son da olmayacaktır. Bu toprakları yurt tutmak elbette masraflıdır. Çakıroğlu; Ruhi Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Ertuğrul Dursun Önkuzu, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, Ali Bülent Orkan, Fikri Arıkan, Ahmet Kerse, Mustafa Pehlivanoğlu ve daha nice şehadet şerbetini içmiş Türk-İslâm erleri silsilesinin bir devamıdır.
Çakıroğlu tıpkı dedesi Mehmed Âkif Ersoy’un;
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım!” mısralarında ifade ettiği gibi “uysal koyun” olmamış ve bunun bedelini de canı ile ödemiştir.
Çakıroğlu’nun dâvâsı sandığımızdan da eskidir. İnsanlığın henüz dünyaya ilk indiği zaman diliminde meydana gelen Hâbil ile Kâbil’in mücadelesinin bir devamıdır. Bu aynı zamanda ruh ile nefsin, mânâ ile maddenin, mü’min ile münkirin mücadelesidir. Çakıroğlu Hâbil’in neslindendir, ona kasdeden haramzadeler ise Kabil’in neslidir. En nihayetinde bu mücadeleden, Hâbil’in nesli galip çıkacaktır.
“Kâfirler birbirlerinin müttefikidir. Eğer mü’minler de birbirlerinin müttefiki, yardımcısı olmazsa yeryüzünde büyük bir fitne ve fesad meydana gelir.” (Enfâl/73) Müslümanların bu âyetin emrine kulak vermesi ve böyle millî-manevî hâdiselerde yekvücut olması gerekmektedir. Ne yazık ki birkaçı hariç muhafazakâr basın bu son hadisede sınıfta kalmıştır.
“Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!”
Çakıroğlu Anadolu’nun mâsum çocuğudur. Sakarya ise Hâbil’in nesli bu mâsum çocukların Anadolu topraklarındaki varlık-yokluk mücadelesinin adıdır. Üstâd’ın “Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!” diyerek tanımladığı Sakarya dâvâsına gönül verenler elbet bir gün Sakarya’yı ayağa kaldırarak şehidlerin ruhlarının şâd olmasına vesile olacaklardır.
Bütün şehidlerimizin mübarek ruhları için el-Fâtiha…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.