Özgeçmiş
Vaktiyle çalıştığım bir işyerinde, kansere yakalanan bir arkadaşım vardı. Hastalığı, çalışamayacak kadar ilerlemişti. Doktoru, evde oturunca psikolojisinin daha da bozulacağını ve hayâta tutunması için işe gitmesinin iyi olacağını tavsiye ettiği için işe gelirdi. Ölüm mukadder ama, ensede hissetmek çok zor.
Arkadaşlar ile aramızda anlaştık. Günleri sayılı bu arkadaşımızı mutlu etmek, iyi vakit geçirtmek için elimizden gelen gayreti gösteriyorduk. Hattâ, müdürümüz birgün beni çağırdı ve şöyle dedi:
“H. Hanım’ı sakın üzmeyin. Bir ihtiyaç durumunda izni falan düşünmeden yardımcı olun.”
Birkaç hanım arkadaş, sağlıklı ve ucuz olduğu için öğlen yemeğini evden getirip odamızda yerdik. H. Hanım, hem herşeyi yiyemediği için hem de bizimle mutlu olduğu için yanımıza gelirdi. Biz de ona şifâlı olacak yiyecekler sofrada bulunsun diye gayret ederdik. Hattâ, pahalı olan bir meyveyi nöbetleşe aldığımızı hatırlıyorum.
Gerçekten göz yaşartacak bir manzaraydı. Hani görenin, “Ben ne yapabilirim?” diye ortak olmak isteyeceği bir dayanışma, bir kardeşlik hâli vardı. Birgün, böyle inceliklerin herkesin içindeki iyilik duygularını ortaya çıkarmadığını; bilakis, bâzı insanların içindeki canavarı ortaya çıkardığını çok acı bir şekilde tecrübe ettik.
Deney filmini seyrettiniz mi? Eğer seyretmediyseniz işi gücü bırakıp seyredin. Gerçek bir hikâyeden filme alınmış.
1971’de, Stanford Üniversitesi’nde Philip Zimbardo başkanlığında bir grup araştırmacı tarafından bir deney yapılır. Yöneten-yönetilen kavramlarınını incelemek için 24 lisans öğrencisi seçilir. Denekler, gardiyan ve mahkum olarak ikiye ayrılıp bodrum katındaki sahte hapishaneye yerleştirilir. Deney altı gün sonra durdurulur. Gardiyanlar, rollerine fenâ hâlde kapılıp mahkum arkadaşlarına işkence yapmaya başlamışlardır.
Bu deneyi, ilk defa fakülte yıllarında, psikoloji dersinde duydum. Hocamız anlatınca, şöyle bir arkadaşlara bakmıştım. Yok canım, biz yapmazdık. İş hayâtında, hepimizin içinde manyak bir gardiyan olduğunu bol bol tecrübe ettim.
Dönelim bizim gerçek hikâyemize. İşyerlerinde böyle gardiyan çoktur. Daha dün kendisinin de memur olduğunu unutup arkadaşlarının canına okumaya başlar.
Bizim de böyle bir gardiyanımız vardı. Siz deyin grup başkanı; ben diyeyim inşaatda çavuş veya zenci işçilerin başındaki çiftlik kâhyası. Birgün tepemize dikildi. Arkadaşımıza gösterdiğimiz hassâsiyet canını sıkmış. Neymiş efendim, burası işyeriymiş. Sonra insan olduğunu unutup hâfızamdan hiç silemediğim bir cümle sarfetti:
“Burası, hasta kedilerin bakım yeri değil.”
H. Hanım duyar da incinir diye kılı kırk yarmış; yemek yediğimiz yeri değiştirmiştik.
Bir süre sonra arkadaşımız vefat etti. Gardiyan ne mi yaptı? Cenâzeye katılarak insânî vazifesini yerine getirdi.
“Şimdi nereden çıktı bu hikâye?” diyenlerin merâkını gidereyim.
Hazret, aday adayı olmuş. Adı da partisi de mühim değil. İmrenilecek bir özgeçmiş yazmış. Elbette, yukarıda anlattığım hâdise yok. Hatırladığını bile zannetmiyorum.
Eminim, seçim bölgesinde, kapı kapı dolaşacak. Bol bol vaat verecek. Hastaları ziyâret edecek. Seçilirse, milletin tepesine gardiyan olacak.
“Bu ne ki? Meclis’de neler neler var.” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Maalesef haklısınız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.