Bu Vatan Kimin?
Rahmetli abim, 90’lı yılların en karışık zamanında, Şırnak Namaz Dağı’nda yüzbaşıydı. Her gün bir şehit haberinin televizyonda altyazı geçtiği zamanlardı. O günlerde, özel bir kanal, “Mehmetçik” adında bir belgesel hazırladı. Her bölümde, Güneydoğu’nun farklı bir yerinde çekim yapıp, askerlerle sohbet ediyorlardı. Bu program, sadece asker ve subay ailelerini değil, seyreden herkesi hislendiriyor; ağlatıyordu.
Bir bölüm de Namaz Dağı’nda çekilmişti. Abim haber verince seyrettik. Anlatılır gibi bir şey değil. Ekranda gördüğünüz yakınınızın bir dakika sonra şehit ya da gazi haberi gelebilir. Haberi olan birçok tanıdığımız da seyredip çok duygulanmış. Askerlerin hepsi birşeyler söylemiş, abim de Sakarya Türküsü’nü okumuştu.
Ertesi gün, işyerimde, programı seyredenler fikir ve duygularını paylaştılar. Kendisini milliyetçi ve şehit uzmanı olarak tanımlayan bir bey, konuşmayı duyunca aynen şöyle dedi:
-Aaa, o kazma ağabeyin miydi?
Dondum kaldım. Neymiş efendim, şiir okumasını beğenmemiş. Şimdiki aklım olsa, şerrimden Allah korusun. O zamanlar, daha hanımefendiyim. Dudaklarımdan, sadece, “Kazma sensin.” cümlesi dökülebildi. Ötesine mecâlim kalmadı. Şehit uzmanının renginin attığını hatırlıyorum. Yaptığından pişman olduğu için değil; benim sözüme alındığından. Özür falan da dilemedi.
Bu hadise, benim hayatımda bir kilometre taşıdır. Bilâhare, bol bol şehit edebiyatı yapanların Güneydoğu’ya mesafesi iyice dikkatimi çekmeye başladı.
Güneydoğu’da vatan için savaşan askerlerin beri tarafa gelince irticâcı olmalarına kızdığım bir gün, haddimi aşarak dağ başına gönüllü giden abime, “Orada, Vietnam’da savaşan zenciler gibisiniz.” demiştim. Cevâbını hiç unutmuyorum. ”Benim tek derdim, bana emânet edilen Ahmetleri, Mehmetleri burunları kanamadan terhis etmek.” Öyle de yaptı. İstanbul’a geldiği zamanlar, havaalanına indiği anda sinirileri bozulurdu. Çünkü, oradan itibâren karşılaştığı, yurdun batısının mutlu mesut gençlerine Güneydoğu’da rastlamıyordu. “Bu savaş niye sâdece Ahmetlerin, Mehmetlerin? Bu vatan sâdece onların mı?” diye çok hayıflanırdı. Güneydoğu’da askerlik yapan kalburüstü iki kişi söylemişti sâdece. Yanlış hatırlamıyorsam, birisi Mete Akyol’un; diğeri Mümtaz Soysal’ın yakını. Birinin oğlu, diğerinin yeğeni askermiş. Hattâ birisi, yedek subay doktormuş. Yeri değiştiği hâlde, “Arkadaşlarımın yüzüne bakamam.” diye reddetmiş ve abimin deyimiyle, dağdan dağa giderek vazifesini “arslanlar gibi” yapmış.
Zaman zaman, çözüm sürecini eleştirenlere, “Oğlunuzu Güneydoğu’ya gönderir misiniz?” diye soruyorum. Daha, “Evet” cevabını almadım. Yaptığı torpilli askerlik ile hava atanlara ise tenezzül edip sormuyorum.
Şehit cenâzelerinin çok geldiği bir dönemde, hükûmete saldırmak için şehit edebiyâtının ne kadar câzip olduğunu, “Yeter artık! Bu adamlar istifâ etsin. Çocuklarımın askere gidip ölmesini istemiyorum.” diyen bir hanımda, net olarak farketmiştim. Zîrâ, bu hanımın üç kızı vardı. Konuya dâhil olmak uğruna, çocuklarının cinsiyetini unutmuştu.
“Güneydoğu’ya Türkçü, milliyetçi giden İslâmcı oluyor. Çünkü başka çözüm yok.” diyen abim, hakiki bir ülkücüydü. Ne demek istediğini, şimdi daha iyi anlıyorum. Bazılarının varlığı, çatışmaya, akan kana bağlı. Kan durursa ellerinde başka bir şey yok.
Çözüm sürecine, silah bırakmaya karşı olanların, Güneydoğu için akıtacak kanlarının olmaması ne yaman çelişki değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.