Fethettiğimiz Kelimeler
Türkçe, en fazla Selçuklu ve Osmanlı döneminde başka dillerle kelime alış-verişinde bulunmuştur. Belki daha önce Çinceyle de aynı durum yaşanmıştır ama maalesef elimizdeki veriler çok az. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, Farsça ve Arapça ile olan ilişkilerimiz, karşılıklı olarak birbirimize pek çok kelime, yani kavram vermemize yol açmıştır. Daha sonraları, Yunanca, Sırpça, Arnavutça, Boşnakça, Ermenice ve taa İsveççe’ye kadar kelime vermemiz ve tabii ki almamız söz konusudur.
Hep söylenir; diller birbirinden kelime değil, kavram alırlar. Bir dilde olup diğer dilde olmayan kavram, bir kelimeyle girer diğer milletin diline ve bu da kötü bir şey değildir. Tıpkı, buzdolabının bütün insanlığın malı olması gibi, insanlığın ürettiği her kelime de insanlığın ortak malıdır.
Her dil, bir başka dilden aldığı kelimeyi, kendi ses ve yapı özelliklerine göre değiştirerek alır. Ben buna “kelime feth etmek” diyorum işte. Her dil, başka dillerden kelime feth eder ama Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Türkler, imperyal bir vizyon sergileyerek, bir “medeniyet dili” tesis etmişler ve uzak yakın bütün dillerden, çekinmeden kelime almışlardır. Elbette kelime alırken o kelimede ses değişiklikleri yaparak Türkçe ses özelliklerine uydurmuşlardır. Mesela Farsça “bâr-gîr: yük tutan, taşıyan” demek olan kelime, başta dilimize “bâr-gîr” imlasıyla girmişse de, zamanla dilimiz onu “beygir” şekline dönüştürmüştür.
İlk bakışta şüphe burakmayacak kadar Türkçe gibi görünen “çeyrek, çardak, çarşı” gibi kelimelerin aslı Farsça’dır. “Çeyrek” kelimesi Farsça “çehâr-yek: dörtte bir” kelimesinden, “çardak” kelimesi “çehâr-tâk: dört kemer” kelimesinden, “çarşı” ise “çehâr-sûy: dört yön” kelimesinden gelmektedir.
Örneklerimiz hep “dört”lü oldu; başka örnekler de verelim.
Mesela bugün artık “bedava” imlasıyla yazıp söylediğimiz kelime, Farsça “bâd-ı hevâ: hava yeli” birleşik isminden türemedir ve anlam olarak da “boş” anlamından hareketle dilimizde kullanılır olmuştur.
Mağazalarda, iş yerlerinde, atölyelerde kullandığımız “tezgâh” kelimesi de dilimize Farsça’dan girmiştir. Farsça “dest-gâh: el ile iş yapılan yer” demektir.
Dilimize Arapça’dan değişerek girmiş birkaç kelime örneği de verelim.
Arapça’da “tabaha” geçmiş zaman kökü “pişirdi” demektir. Buradan “yemek pişirilen yer anlamında, ism-i mekân kalıbıyla “matbah” kelimesi türetilmiştir. Bu kelime dilimizde önceleri “mutbah/mutbak” şeklinde kullanılmıştır. Eski İstanbullular hâlâ “mutbah/mutbak” şeklinde telaffuz ederler bu kelimeyi.
Mesela dilimizde çok kullandığımız “cavır” kelimesi de Arapça’dan gelmiştir. Bu kelime, bazılarının ifade ettiği gibi “cevr” kökünden gelme bir kelime değil; “kâfir” kökünden gelmedir. Başlarda dilimizde “kâfir” olarak söylenen bu kelime, daha sonra, k sesini c’ye dönüşmesiyle, “cavır”a dönüşmüştür. (Çocukluklarımızda yaramazlık yaptığımız zamanlarda analarımızın çok söylediği “Cavırın eniği”ndeki cavır, işte budur.
Osmanlı zamanında, başka dillerin kelimelerinden korkmazdık. Ülke feth eder gibi kelimeler feth ederdik. Kelime feth etme korkusu, cumhuriyet döneminin hastalığıdır. Ulus devlet inşacıları, milletin kelime feth etme duygularını kısırlaştırmışlar ve bir süre sonra da medeniyet dilinden uzaklaşan nesiller yetişmiştir. Şimdi bu nesiller, 30-40 yıl öncesinin dil zenginliğinden bile bîhaber. 1986’da ölen Haldun Taner’i bile sözlükle okuyan nesiller var şimdi. Gel de bu nesillerle anlaş!...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.