Hangi Türkçe
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a Açık Mektup:
Hatırlayacağınız gibi Sayın Cumhurbaşkanımız “Türkçe kelimelerle felsefe yapamazsınız” diyerek gündemi belirlemişti.
Biz de “Türkçe ile bilim yapılamaz” dediğinde YÖK’e çıkarma yapıp siyah çelenk bırakan (Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanlığım sırasında) eski bir STK temsilcisi olarak mazimize hürmeten Sayın CUMHURBAŞKANIMIZA AÇIK MEKTUP kaleme almayı vazife addettik. Öyle ya şimdi yazmazsam ne zaman yazacağım? Daha diyalog işine yeni giriştiğinde Fethullah Hocayı da uyarmıştım ama uyarılarımı dikkate almadığından ona da böylesi bir açık mektup döşenmeyi uygun bulmuştum. Fakat şimdilerde herkes hatta yemeğini yiyen herkes taarruza geçtiği için onu erteledim.
Ne de olsa mahalleden tanışıklığımız vardır ve Sayın Erdoğan’ın ustalık dönemine başlarken eski Türkiye’ye dair her şeyi iptal etmesine katkıda bulunmak için etrafındaki eskileri de iptal etmesini salık vererek bismillah ile söze başlıyorum. Zülfiyâre dokunursa affola! Lafı sündürmeden ortadan gireyim:
Aslında meramını anlatma konusunda bir sıkıntı yaşıyor Sayın Erdoğan. Teorik olarak haklı bir zeminden başlıyor açıklamaya, fakat üç problemi var ve bu problemler nedeniyle yanlış anlaşılıyor. Gerçi yanlış anlaşılmaktan zerre-i miskal sarf-ı nazar; ifadelerinden kimilerinin başka sonuçlara ulaşmasına da aldırış etmiyor ama biz yine de kendilerine faydası olur düşüncesiyle bu üç problemden yola çıkarak Türkçemiz bahsinde bir ufuk turu yapmanın en azından okuyucularımıza saygı açısından lüzumlu olduğuna inanıyoruz.
1. Problem: İlk gençlik yıllarında Akıncı Gençlikte ve MSP saflarında edindiği bilgileri, bir propagandist olarak kullandığı argümanları çok yüksek bilgiler, değerler olarak saklıyor. Bizim Murat Bahadır Akkoyunlu, Mehmet Tezel, Ersönmez Yarbay ve Durmuş Ali Eker dostlarımız, o dönem dağarcıklarını ve bu probleme dair erken kifayet duygusunu güzel anlatırlar. Gece gündüz koşturup nasıl propaganda yaptıklarını…“Bir gece yattık kalktık ertesi gün cahil kaldık” o dönemlerde saha çalışması yaparken harf inkılâbına yönelik eleştiride önemli bir benzetmedir. Üstad bile az kitap okuyup çok yazardı.
2. Yine o gençlik yıllarına ait ideolojik beslenme kanallarına olan saygısından, kendine yakışan tipik ahde vefasından ve geleneksel bağlılığından ötürü gücünün zirvesindeyken beslendiği o damarlara-kişilere-olaylara ve konulara gönderme yapmayı fazilet sayıyor ve bunu yaparken hem kendi varlık sebebine hem de etrafına özgüven aşılama bahtiyarlığını yaşıyor; hatta keyfini çıkarıyor. İnanmış aydının problemlerinden biri de budur. Nüanslar gizlenir. Oysa medeniyet teferruatlarda gizlidir. Her mesele kendi zaman ve mekân şartlarında değerlendirilmelidir. Tarihî bir mesele o tarihteki değişkenler içinde ele alınmalıdır. Tipik örnek: yüz yıl önce ABD dünya jandarması değilken ve emperyalist Avrupa’nın yaraladıklarına “hür dünya” “yeni dünya” diye henüz kirlenmemiş yüzünü gösterirken bir takım aydınlarımızın o dönem Amerikan yanlısı gibi gözükmeleri bugün de izi sürülecek bir değer nasıl değilse; Osmanlı’nın son dönemine dair binlerce tereddütlerimiz de öyle bir ayrıntılar kumkumasıdır. Kolay analizler tehlikelidir. Said Nursi’nin yüz yıl evvel Amerika’ya mavi boncuk göstermesi onun izindeki nurcuların Amerikancı olmasını icap ettirir mi? Bunlar iman meselesi mi?
3. Son problem kolay aşılacak bir problemdir. Danışman sultası… Baştan beri orijinal Refah Partisi İstanbul kampanyasından beri birlikte olduğu ‘imaj-maker’lar, danışmanlar, kamuoyu araştırmaları, kampanya düzenleyicileri arkadaşlardan oluşan grubun güçlü lider etrafında sürekli gündem yaratan ve çatışmadan mütevellid kâr hanelerine “siyasette başarı” numuneleri koymaları - işte tam da burada felsefe bile yapamayan kısır siyaset dili dilime geliyor ve Erdoğan’ı haklı çıkarıyor- diğer problemlerin üzerine tuz biber eken bir ‘sorunsal’ olarak karşımıza çıkıyor. Anlaşılan sanatçılar, danışmanlar, bürokratlar, siyasetçiler, işadamları şenliği arasında Sayın Cumhurbaşkanımızın Ata- türk’ün hani o meşhur entelektüel düzeyi yüksek sofra sohbetleri gibi hasbî ama derinlikli bir muhsi, muidu, alim, derviş, hatta Molla Kasım civanlığına kaçacağı bir mahfile ihtiyacı var. Enformatik cehalete değil ama entelektüel bir yaratıcılığa beyin fırtınasına… Orada menfaat hesaplarına yer olmayacak…
Bu üç problem hemen her kritik dönemde tebellür ediyor ve demecinin nirengi noktasına kuruluyor. Belki de iyi niyetle yaklaşmak istediği mesele bu üç problemden dolayı milletin bazı mermer kaidelerinde çatlamalara neden oluyor. Mermerlerin nabzında bir hicran dalgası yayılıyor. Güzide olan pespaye ile karışıyor. Tefrik etme kabiliyetimiz dumura uğruyor. Tarih yara alıyor. O zamanın dili gönülden kaçıyor dudaklarda hakarete dönüşünce gönüller de yaralanıyor.
Bir kere Türkçe (aynı zamanda Osmanlıca tartışmaları da bunda mündemiç) ve Türkçenin içinde harf inkılâbını da barındıran son iki asırdaki serencamı, devrimleri, sadeleştirme çabaları, geliştirme iştiyakları, Türk dünyası ve İslam âlemi içindeki siyasi yansımaları ve dahi kurumlarıyla çok süreçli çok derinlikli ve çok da devrî stratejileri ihtiva eden bir meseledir.
Bu mesele;
1. Osmanlıca diye bir dil yoktur. Osmanlı Türkçesi denebilir ama bu da ancak laf arasında denebilir yani ki kurallaştırılamaz. Türkçe denmelidir. Çünkü Türkçe onu da içine alan binlerce yıldır aynı dildir. Osmanlıcanın eski yazıyla yazıp çizdiğimiz bir dil olarak sunulması da doğru değildir. Farz edelim ki 2. Mahmud harf inkılâbı yaptı ve Osmanlılar iki yüz yıldır Latin harflerini kullanıyorlar. Yahut ondan iki asır evvel yiğit padişah Genç Osman nasıl ki kıyafet devrimi yaptı ve Oğuz Kağan gibi giyinmeye başladı, nasıl ki torunlarından çok daha evvel yeniçeri ocağını kaldıracaktı; tut ki harf inkılâbını o yaptı ve Latin değil de Göktürk alfabesine döndü.
2. Her ne kadar bu faraziyeler olmamışsa da Tanzimat’tan sonra Osmanlı aydınları başta da Namık Kemal ve arkadaşları ‘harabat’a karşı dilde de düşüncede de devrimler yaptılar. Divan edebiyatını en iyi bilen şair, o edebiyatı yıktı âdeta… Abdulhamid ile Namık Kemal karşı karşıya gelse de fikirlerinde müthiş paralellikler vardı. Halife padişahın hilafeti bir ‘şura’ya emanet etmek istemesi, Türkçenin olabildiğince sadeleşmesi yolundaki emirnamesi, okullarda artık bırakın bilimi temel eğitimin bile verilemediğini itirafı şayan-ı dikkattir.
3. Osmanlıcanın da en az dört evresi vardır. Hangi Osmanlıca? Eski Anadolu Türkçesi mi? Yükseliş dönemi mi? Tanzimat dönemi mi? Son çalkantılı dönem ve İsmail Gaspıralı’nın açtığı çığırdan giden cedit hareketlerinin ortaya koyduğu yeni Türkçe programı mı? Gaspıralı’yı bu yıl andık haylice. Doğru anladık, anlattık mı? Gaspıralı binlere ulaşan cedit okullarında öğrencilerin daha hızlı Türkçe(Osmanlıca içinde) öğrenebilmesi için eski hurufatta devrim yaptı. Mesela karıştırılan ‘n’ sesini tek harfte ‘nun’da topladı. Sekiz harfi değiştirdi. Kazan, Bakü, Taşkent, Ufa, İstanbul arasındaki kültürel iletişim bugünkünden fazlaydı. Elbette aydın sorumlulukları da. Gökalp’ın da tezi eski hurufatın korunmasına yönelikti. Hatta ümmet programı yazmış ve orada ilk maddeye bunu koymuştu. İsmet İnönü de aynı kanaatteydi. Fakat bir de o sırada Türk dünyasındaki Türkçenin ahvali meselesi var. Bugün de geçerli… Kiril, Arap, Latin hurufatı arasında gidip gelmeler.
4. Türkçeye yönelik değerlendirmelerin bühtan değil de haklı tenkitler olabilmesi için bilimsel olması icap eder. Nüansların da keşfedilmesi ve izhar edilmesine elbette.. Bu açıdan hangi Türkçe diye sorulmalı. Elbette popüler kültür, sanal âlem, test çocuklarının dili, bugünün okullarındaki seviye, gazete ve televizyon dili, hatta siyasetin dili bakımından ele alırsanız elbette bugünkü Türkçe ile bırakın felsefe ya da bilim yapmayı konuşup anlaşmak bile zordur. Anlamsız kavgaların sebebi nedir? Sayın Erdoğan bunu kastettiyse içine biraz Nabi Avcı’dan iletişim kavramları serpiştirmeliydi. Evet, hali hazırdaki toplumun kullandığı Türkçe ile imanın bile korunması mümkün değildir. Ama Türkçe bu mudur? Bugün on bin kelimeyi bile bulmayan bir literatür ve iletişim dünyamız var. Binaenaleyh eskisine nazaran daha geniş bir
Türkçe coğrafyası ve yeni imkân ve kabiliyetler söz konusu. Öyle olunca da handiyse iki yüz bin kelime kapasitesi ortaya çıkıyor. Yani bugün Tanzimat dönemi Türkçesinden daha zengin bir edebiyat ortaya koyma imkân ve kabiliyeti var Türkçemizin. Mesele eserdir ve bu eserlerin paylaşılması, yaşatılması, insanların tabiri caizse bunları içselleştirmeleri meselesidir. Ayrıca devlet büyükleri ‘moral’ kaynağıdırlar. Bence Sayın Cumhurbaşkanım, daha iyimser olmak için de gerekçelerimiz var. bir kere bütün tarih elimizde, bir kere küreselleşmenin bizim de dilimizi yayabilme fırsatları sunduğu çok açık, bir kere İslam dünyası ile daha iç içeyiz ama Batı’ya da yakınız. Her şey bizim istifademize açık. O halde devlet milletteki hastalıktan şikayet etme yerine devlet olarak daha yüksek akla sahip olmalı ve yeni programlar geliştirebilmelidir.
5. İşte tam da burada devlet büyüklerimize asıl görev düşmektedir. Yapılması gerekenler… Türkiye bir şeyler yaptı. Türk dünyasına yönelik alfabe birliği, ders müfredatlarının uyumlaştırılması, ortak bir edebiyat vücuda getirme hamleleri, Türkçenin değişik ağız ve lehçelerdeki eserlerinin aktarımı, kurultaylar, çalıştaylar, ortak tarih bilgisi ve şuuru teşkil etme ve daha bir sürü proje ve program… Ama yeterli mi? Bir başka yazımda yapılması gereken yeni şeyleri yazacağım.
6. Osmanlıca gerçekten de bütün evlatlarımızın en azından ünsiyetleri olan bir program olarak okullarda da okutulmalıdır. Zorunlu veya gönüllü olması Milli Eğitime bırakılmalıdır. Umulur ki talep o kadar artar ve hoca kifayet eder de yaygınlaşır. Sadece o mu? Şu kritik ve çok jeo-stratejik vatan toprağında iradeli yöneticiler yetiştirebilme mecburiyetimiz bütün etraf dilleri bilen insan sayımızı artırmamızı gerektiriyor. Arapça, Farsça, Rusça, Gürcüce, Ermenice, Kürtçe ve Türkçenin bütün ağızları ve lehçeleri, Rumca, Bulgarca, Macarca… Mümkünse ölmüş dilleri bile uyandırmalı… Hititçe, Sümerce.. Aramice… Bin yıllık terkibimizin gönül dili bütün kör kapıları açar. Felsefeyi de, ilmi de…
7. En son bir hatırayla bitirelim. Türkiye Yazarlar Birliği başkanlığım zamanındaydı ve 28 Şubat süreci yaşarıyordu. Çevik Bir beni içeri tıkmaya uğraşıyordu. Her vesileyle eylemdeydik. Sadece başörtüsü eylemleri mi? YÖK başkanı “Türkçe bilim dili değildir. Türkçe ile bilim yapılamaz” diye açıklama yaptığında topladım arkadaşlarımı Bilkent kampüsündeki YÖK merkezinin önüne siyah çelenk koydum. Polis barikatlarını da aştık. İster istemez Kemal Gürüz bizi kabul etti. Tartıştık. Uzun bir seminer verdim. Dersini aldı, bazı görüşlerimizi kabul etti, yanlış anlaşıldığını filan söyledi. Şüphesiz Sayın Erdoğan’ı da biz yanlış anladık. Bahse konu Türkçe, bilim ve felsefe yapılabilir Türkçemiz değil, bir zamanlar ‘uydurukça’ diye tırnak içine aldığımız -Cemil Meriç’in ifadesiyle- obskürantizm Türkçesi…
…Olsa gerek…
Güzel Türkçemize devam edeceğiz.
Günün tweeti
“Güzel dil Türkçe bize
Başka dil gece bize
İstanbul konuşması
En saf en ince bize”
Z.Gökalp
RUBAİ:
TÜRKÇE 1
Şefkat et bikes ve biçareye dost
Yorgunam hâlim dönüptür iğe dost
Bekliyor himmet canandan velhasıl
Bu dilim kim saya yâr, kim eğe dost
TÜRKÇE 2
Huzur veren o ses, o bülbül hani
Cennetten nefes veren sümbül hani
Yitirdim ben bütün duygularımı
Ruha ilham veren beyaz gül hani
TÜRKÇE 3
Musa’nın asası yardı denizi
Sürüye gir çoban götürsün sizi
Rabbim bana söz kudreti verse de
Beyaz ülkeme alsam hepinizi
GÜL DİLİ
Yok eder hicrânı gül bir bûsedir sevgiliden
Kokusundan sarhoş eden kâsedir sevgiliden
Sana gülden bahsederler Mustafa’nın dilidir
Suyu yarmış bir mübârek âsâdır sevgiliden
Dağarcık:
“Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkârıdır.” N. Sami Banarlı
Maziden: “Türklerin uzun bir saltanatları olacaktır. Türkçeyi öğreniniz.” Kaşgarlı Mahmud
Kitapçı: Nihat Sami Banarlı’nın Türkçenin Sırları kitabı okunmalı… Yeniden basılmalı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.