Kim O’nun (sav) gibi bir nimete kurban olmaz ki?
Bizleri yoktan var eden, Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.), Samed isim/sıfatının sahibi olarak; “her şey kendisine muhtaç olup, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan” niteliği ile yarattıklarının tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ikramlarda bulunmaktadır. Bizler bu ikram-ı ilahiyelerinin hepsine birden nimet diyoruz. Bu nimetler o kadar çoktur ki, kul olarak bizler, değil bu nimetlerin şükrünü eda etmek, sadece saymakta, tespitini yapmakta dahi aciz kalmaktayız. Bu gerçeği zaten Kur’an açık bir beyan ile İbrahim Sûresi 34. ayette şöyle duyurmaktadır: “Eğer Allah’ın size bahşettiği nimetleri saymaya kalksanız, bunu asla yapamazsınız.” Ayetinde açıkça beyanından anlaşıldığı gibi değil bu nimetlerin şükrünü eda etmek, onları sayı ile tespit etmek dahi mümkün değildir. Zaten bizden istenen de bunları sayıp tespit etmek değil, acziyetimizi itiraf ederek, elimizden geldiğince o nimetlerin şükrünü eda etmeye çalışmaktır.
Bu ön bilgi ışığında şöyle bir zihinlerimizi yoklarsak; acaba nimet deyince önem sırasına göre nasıl bir liste oluşturabiliriz? Neleri listemizin en başına yazarız? Herhalde mal, mülk, evlat, sağlık, itibar, güzellik, türlü türlü kabiliyetler ve daha neler neler sıralar dururuz. İtiraf edelim ki, çoğumuzun listesi genelde hep bu dünyaya bakan nimetlerle oluşturulur. Peki, böyle mi olmalıdır? Yoksa bu listeyi oluştururken en başa yazacağımız nimet, her şeyin yegâne sahibi olan Rabbimiz mi olmalıdır? Devamında da, O’nun kitabı, o kitabı bize öğreten Efendimiz, O’nun mübarek ellerinde yetişen son vahyin ilk muhatapları olan Sahabe nesli, onların bizlere öğrettiği iman ve İslâm, listemizin en başlarında yer almak zorunda değiller midir? Eğer vahye teslim olsaydık, onun rahle-i tedrisatının başına “beni inşa et” diye oturabilseydik, elbette nimet listemiz böyle olacaktı. Çünkü Kur’an, önem sırasına göre bu şekilde bir listeyi bizlerin zihin dünyasına telkin edecekti.
Böyle bir istek ile vahyin önüne vardığımızda Ali İmran Sûresi’nin 164. ayeti ile karşılaşacak, belki de çoğumuzun aklına ilk anda gelmeyen en büyük nimetlerden birinin ne olduğunu öğrenmiş olacağız. Rabbimiz bu ayette şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki, Allah, ayetlerini kendilerine okumak, kendilerini arındırmak, ilahi kelamı ve hikmeti kendilerine öğretmek için, içlerinden bir elçi kendilerine göndererek, mü’minlere çok büyük bir ihsan ve ikramda bulunmuştur.”
Bu ayetin mesajından da anlaşıldığı gibi, Efendimiz (sav) mü’minler için en büyük nimetlerden birisidir. Eğer O’nun (sav) rehberliği olmasa idi, insanlık ilahi kelamı nasıl öğrenir, nasıl anlar, nasıl yaşardı?
O (sav), tebliğ, tebyin, tezkiye, talim ve davet görevleri ile bizlere lazım olan her şeyi öğretmiş, 23 yıllık nübüvvet hayatı ile son güne kadar ihtiyaç duyduğumuz ve duyacağımız her şeyin örnekliğini en güzel bir şekilde ortaya koymuştur. Kur’an’ın deyimi ile üsve-i hasene olan, yani en ideal model ve en güzel örnek olan Efendimiz (sav), bizlere, sarılıp gereğini yerine getirdiğimiz zaman asla dalalete sapmayacağımız bir miras bırakmıştır. Bu nebevî miras olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu?
Bugün İslâm dünyasının en büyük sorunu ismen Müslüman olmasına rağmen davranışlarının Müslümanca olmaması değil midir? Yani sorunumuz Müslüman olmamıza rağmen Müslümanca yaşayamamaktır. Bunun nedenleri konusunda birçok şey söylenebilir, mesela; dünyevileşme, yitirilen hassasiyetler, günaha karşı lakaytsızlık, uzak Allah inancı, tam anlamı ile tesis edilemeyen ahiret bilinci ve daha birçok şey... Peki, bu olumsuz tablonun telafisi nedir? Ne yapmalı? Nerden başlamalı? Nasıl düzeltmeli? İşte bu soruları sorduğumuz zaman şunu açıkça itiraf etmeliyiz ki; bizler Müslümanca düşünmeden, asla Müslümanca yaşayamayacağız. Öyleyse Müslümanca düşünmeyi nasıl öğreneceğiz? Elbette ki, bize bahşedilen en büyük nimetlerden biri olan Efendimiz’in bereketli hayatını doğru bir şekilde ve kifayet oranında kavramakla ancak öğrenebileceğiz. Zaten nebevî miras olan sünnetin en temel amacı, bizlere Müslümanca düşünmeyi ve Müslümanca yaşamayı öğretmek değil midir?
Eğer her nimet değeri miktarınca bir şükür istiyorsa, eğer her nimetin şükrünün de kendi cinsinden olması gerekiyorsa, eğer şükredersek nimetler ziyadeleşiyor, nankörlük edersek de mahrumiyet baş gösteriyorsa; söyler misiniz en büyük nimetlerden biri olan Efendimiz’in şükrünü bizler nasıl eda etmeliyiz? Sadece “seni çok seviyoruz” demekle, ismi anılınca salâvatlar getirmekle, çocuklarımıza O’nun (sav) ismini koymakla bu büyük nimetin şükrünü eda etmiş olur muyuz?
Sizce Sahabe, Efendimiz gibi bir nimetin şükrünü nasıl eda etmişlerdi? Nebevî medresenin talebeleri olan Sahabîler, tek kelime ile Efendimiz gibi bir nimete kurban olmuşlardı. Hal böyle ise eğer, söyler misiniz; kim O’nun (sav) gibi bir nimete kurban olmaz ki?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.