Lütfü Şehsuvaroğlu

Lütfü Şehsuvaroğlu

Şehrin Müziğine Kulak Kabartın

Şehrin Müziğine Kulak Kabartın

Şehir mimari ve musikiden ibarettir.

Nasıl yani?

Mimâr ile mûsıkî mi?

Evet, mimari ve mûsıkî…

Mimari demek müziğin donmuş biçimidir.

Müzik ise mimarinin eriyen biçimi…

Şehirler Kitabı’nda böyle diyor Gullermo Cabrera Infante.*

O da aslında tüm estetlerin babası Petros’tan alıntılayarak söylüyor mimarinin donmuş müzik, müziğinse erimiş mimari olduğunu…

Yazılı eserlerden daha fazla tarih değil midir mimarî…

O taştan sütunlar aradan kaç bin yıl geçerse geçsin yazılı belgelerden, eserlerden daha fazla tarihin iddialarını önümüze getirmez mi?

Bir medeniyetin göstergesi iki sütun üstünde yükselir:

Mimari ve mûsıkî…

Şehirlerimize bakalım: Mimarisi bizden ne taşıyor. Mûsıkîsinde bizden bir ses bir nefes var mı?

Müzik ile mimarinin bileşkesidir şehri inşa eden. Estetik bir erdemdir o…

Erdemin estetik kurgulanışı… Kurgulanışın ise tabii bir refleks halinde hayata geçirilişi…

Tarihî şehir dokumuz böyle oluştu…

Onun için o şehrin sokaklarından geçerken duyduğumuz her ses ve nefes bize iç dinginliğe, esenliğe eriştirir. Sokaktan geçerken duyduğumuz bir kuş sesi, bir horoz sesi, bir hanımefendinin torunlarına seslenişi…

Sadece insan sesleri, kuş ve ağaç sesleri değil, kapı tokmaklarının sesleri, kaldırım sesleri, cadde ve meydan sesleri de o şehrin esenliğini, huzurunu, güvenliğini, saadetini mırıldanır bizlere…

Donmuş müzik gibidir mimari…

Her yapı taşında onu kavrayan ve benimseyen insan mûsıkîsini duyar ruh sesiyle..

Eriyen mimaridir müzik… Her notasında, namesinde o mimarinin yapı taşlarından sütunlar, kirişler, kubbeler, şerefiyeler, merdivenler, duvarlar, lambalar ve alemler sanki konuşur, şarkı söyler…

Şehrimizin mimarisi neye benziyor.

Ve bu şehirde nameler hangi besteden?..

Mimarisini ve mûsıkîsini kaybetmiş şehir yığından barettir. İnsanları da ahırlardaki tepinenler…

Ne birbirlerini anlayabilirler, ne hep birlikte bir mimarinin bir mabedin yapı taşı olabilirler.

Artık kubbelerinden, ki kaldıysa, arşa uzanan sesler göğün kabul edebileceği nameler değildir. Ve bu yüzden geri dönüp birbirlerinin namusuna musallat olan küfürler olurlar.

Hiç kimse böyle bir şehirde birbirini anlayamaz. Birbirini sevemez. Herkes herkesin kurdudur.

Kubbesi tabak kadar mahalle camilerinin bu yüzden sipsivri sanki göğü delecekmiş gibi sakat iğri büğrü minareleri olur. Aklı sıra yanına dikilen gökdelenlerin, palazaların towersların gölgesinde kalmak istememektedir. Ama ne yazık ki onların gölgesindedir ve karikatür gibi bağırıp çağırmaktadır. Asıl değildir. Cami değildir yani…

Şehir de şehir değildir böylece…

Mûsıkîsini ve mimârîsini kaybetmiş medeniyetin batması haktır.

—-

*Gullermo Cabrera Infante, Yehirler Kitabı, çev. Zeynep Önal, İş Bankası yayınları, İstanbul 2004

Bir Medeniyete Saldırı

Saraybosna mimari ve mûsıkînin o bize ait ahengiyle ayakta durdu. O ahengine saldırdı saldıranlar. O ahengin idamesi için şehit oldu Bosnalılar. O mûsıkiyi ve o mimariyi içinden hissetmeden ve onlarla hem mizaç yaşamadan Bosna davası, İslam davası tutturmak bir partinin seçim meydanını dolduran partizanlar gibi bağırıp çağırmaktan ibaret kısır bir dava tutturmak demektir.

Bugünün İslamcı siyasetleri belediyeleri hatta ülke iktidarlarını ele geçirdiler ama o ahengi yitirdiler.

O musikiden ve o mimariden hiçbir esinti taşımıyorlar benliklerinde…

Turgut Cansever’i Ankara’ya çağırırlar.

Bosna anıtı açılışı için.

Bosna Anıtı açmayı hak ettiniz mi ki çağırıyorsunuz Turgut hocayı…

Turgut hoca da o toplantıda şöyle konuşur:

“Bosnalılar inançlarının yansıması olan inşa ettikleri dünyayı, inançlarının tam ifadesi olan biçimler âlemini korumak için ölüyorlar. 300 bin kişi bunun için öldü. Biz ise bu dünyayı kendi ellerimizle yıktık. Buna pişman olduğumuzu, bundan utandığımızı ortaya koymadan, pişmanlığımızın ifadesi olarak yanlıştan vazgeçtiğimizi, bundan sonra doğruyu yapacağımızı ortaya koymadan Ankara’da Bosna için anıt yapmak hem kendimizi, hem Bosnalıları, hem de gelecek nesilleri aldatmak demektir. Eğer bunu vadediyorsanız yani Ankara’da eski Ankara evlerinden oluşan bir mahalleyi, şehirleri inşa etmeyi ve onları yok eden yanlışın ürünlerini devam ettirmemeyi vadediyorsanız o zaman Ankara’da bir Bosna anıtı yapmakta haklı olursunuz.”

Ne kadar haklı hoca değil mi?

Yoksa içinizden hocaya sövüyor musunuz?

Ankara ya da İstanbul İslamcı siyasetlerin açık ara kazandıkları şehirler. İslamcı belediye başkanları İslam şehir mimarisinin ırzına geçtiler.

Namusuna dokundular. Dokunmak ne kelime, kirlettiler.

Bosna anıtı yapmaya nasıl cüret edebilirler ki?

Yanlıştan vazgeçmeyi ve o yanlışın ürünlerini devam ettirmemeyi vadetmeleri istedi hoca…

Vadettiler mi?

Ne gezer?

Hiçbir belirti yok.

O yanlıştan dönmedikleri gibi ısrarla o yanlışın ürünlerini plazaları, avm’leri, towersları dikmeye Mısır firavunlarının piramitlerini masum yapılar olarak gölgede bırakan göğü delen, haddi aşan korkunç beton yığınları yapmayı sürdürüyorlar.

Ne Bosna anıtına hakları var, ne başka bir anıta…

Olsa olsa saat kuleleri, uyduruk şehir kapıları, dinozorlar, dinocanlar, hayvan heykelleri ve diz boyu paçozluklar…

Bataklıktayız. Korkunç bir bataklıkta…

Şehirlerde yaşamak giderek zorlaşıyor.

Bu şehirlerin hemşehrisi olmaya utanmadan kim evet diyebilir?

Rubai

Ankara

İstanbul’u fetheden yeniçeriye

Bir gazeldir o, işlenmiştir deriye

Ankara tarihini sırtında taşır

Sen İçkale’den girerken içeriye

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Lütfü Şehsuvaroğlu Arşivi