“İstanbullu Şiirler”in Şairi İbrahim Yavuz Zarifoğlu
İstanbul üzerine, İstanbul’a dair ne yazılsa, ne yapılsa az ve yeterli değildir. Yeryüzündeki en önemli şehirlerden birisidir çünkü. Birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, onların birikimlerini kaybetmeden bu günlere gelmiş bir dünya şehridir. İstanbullu olmak öncelikle asıldır, İstanbul’u sevmek başka sevgilileri sevmeye benzemez. Nankörlük eden nankörlük bulur bu şehirde. İltifat eden iltifat görür, ihanet eden ihanet, teslimiyet gösteren nimetlerinden feyizler alır, muhabbetler alır. Her adımında tarih yatan şehir, her baktığın noktada bir kutlu elin, kutlu erin ve kutlu bir velinin yer aldığı şehirdir İstanbul. İstanbul, kimine göre can kimine göre canandır. Hem doğma büyüme İstanbullu olacaksınız, hem de İstanbullu olarak İstanbul üzerine şiirler yazacaksınız. Pek az şaire nasip olur yakışır bu sıfat. İstanbul üzerine yazılmış o kadar çok eser söz konusudur ki yazıldıkça yeni alanlar açılır, yeni sözler söylenir ve yeniden yeniden yazıldıkça zenginliğine zenginlikler katılır İstanbul’un. Âşıkların şehri, şairlerin, sanatkârların şehridir İstanbul.
İbrahim Yavuz Zarifoğlu, anne tarafından 200 yıllık İstanbullu bir şair aynı zamanda Kahramanmaraşlı bir babanın evladıdır. “İstanbul Güzellemesi”inde şöyle sesleniyor;
“Şairler bohçası otağım, sırlı bohçam, şiir bahçem
Bir sengine Acem feda eden Nedim’im
Safahatım, İstiklalim, Sarı güzelli hamiyetli Akif’im
Bayram sabahında açan sevincim
Yedi Tepede huzurum, Yahya Kemal’im
Siyah kaldırımlarında çileli Necip’im
Yaşlı merdivenlerinde ağır ağır soluklanan Haşim’im
Hayatımı çevreleyen yekpare anım, Tanpınar’ım
Dizelerine konmuş zarif güvercin, İstanbullu şiirim..”
Şair, burada şiir üzerinde durma yerine, İstanbul’dan gelip geçen şairlerin bir edebiyat bilinci oluşturması yönünde çaba harcadığını ifade edebiliriz. Bu topraklarda konup göçmüş, nice isimsiz kahramanların yanında bilindik ama üstü kül tutmuş şairlerin varlığından haberdar ederek, küllerin kaldır çabası diye de ifade edebiliriz. Okuyucuyu, geçmişin izlerine dikkat çekerek şiirimizin temellerine göndermeler yapar. Beslendiği kaynakları da ihbar eder. Önemli bir çabanın, çalışmanın, emeğin varlığı yadsınamaz. Şiirimizde “güzelleme”, daha çok halk edebiyatında, âşıklık geleneğinde kullanılmıştır. Aşk ve sevgi ekseninde lirik şiirlere güzelleme denilir sema ve koşma nazım biçimiyle yazılan şiirlerdir. Şairin güzellemesi de bu pencereden bakılarak okunulmalıdır.
İbrahim Yavuz Zarifoğlu, Türk şiirinde bir damarı yakalamış. Kendine özgü söyleyiş zenginliğini; tarihin, kadim kültürün divan seslerinden akıp gelen şiir ırmağını modernize bir çıngıya dönüştürerek, halk deyişini çağırırken bilginin terazisinde demlenmiş.. İbrahim’le 1976 yılında üniversite öğrencisi olduğumuz yıl tanışmıştık. Valide Atik Öğrenci Yurdu’nda kalıyorduk ikimiz de. Ben İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde, Zarifoğlu ise Spor Akademisi’nde okuyordu. Seksen öncesi yıllar bir bakıma Türkiye’de savaş yılları kabul edilirdi. Her gün sokaklarda çatışma olur, üniversite önlerinde, içlerinde, bahçelerinde kavganın ötesinde silahlar, kesici aletler bulunur ve birkaç gencin öldürüldüğü haberleri duyulurdu. Son yıllarda aynı tezgâh, bu güne taşınmak istenmekte, üniversite öğrencilerini sokağa dökme, kavga çıkartma yolları aranmaktadır. Anneler ve babalar daha ziyade neneler ve dedeler bunu yürekleri ürpererek geçmişin sisli yangınlarını görmektedir. Buna- teröre karşı duruş, insana sahip çıkma duruşudur. Biz tam da böyle bir dönemde öğrenciydik. Bu şartlar altında kitaba, şiire, insana yakın durduk. Tarihe, coğrafyaya, kadim kültürümüze, geçmişimize, geleceğimize, yerin altındakilere ve üstündekilere yakın durduk. Öncü diye ifadelendirdiğimiz edebiyatçılar bizi şiire yaklaştırıp sokak kavgalarından uzak tuttular. Bu edebiyatçılarımızda kuşku yok ki tarihten bize seslenen edipleri, şairleri biliyorlardı ve bizi şiire sevdalı kılıyorlardır. Onlar “Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera” inşacıları ve mensubuydular. Bizlere, ufuk açarak yol gösterdiler. Cahit Zarifoğlu’nun amcaoğlu olan İbrahim Yavuz Zarifoğlu kardeşim, içten içe pişmeyi yeğlemiş, amca yeğen ilişkisinden uzak durmayı ilke edinerek kendi köklerini İstanbul’un maddi ve manevi unsurlarında bulmuştur. Kuşku yok ki aradaki ünsiyet her daim sürmüştür. Şairleri, klasikleri, doğu ve batı ayrımı yapmaksızın okumuş bir şairdir Zarifoğlu. Aynı zamanda üzerinde yaşadığı dünyayı sorgulayan, yönünü Mekke’ye, Medine’ye ve Kudüs’e çeviren bir şairdir. O yıllarda tanışmış olsak da ben şiirle uğraştığını yıllar sonra fark edecektim. Bunu sonradan görmüş olmanın, göz ardı etmenin ötesinde bir sorumluluk yüklediğini ifade etmeliyim. İbrahim Zarifoğlu, kendi şiirinin imgesini, soluğunu kimseye yaslanmadan var kılıyor. Şiirin temposunda yürüyüşü, coşkuyu bir aşk mesabesinde işleyerek zülüflerin, ceylanların işvelerine mecazi yüklemelerle bir tarih bilincine ulaşıyor, ulaştırıyor. Şiir, aşkın dilidir bunda kuşku yok. Kuşku, mümince kıyamda duranların ötesinde kalan bir ayrıntıdır ve bunu Zarifoğlu biliyor. Şiir yaşanılmışlığın aşka dönüşmesidir. Şairimiz şiiri şöyle tanımlıyor; “şiir, yazının –özel anlamda fikir ve algıya bulanmış- süs dilidir. Süslenmiş dilidir. Harflere yüksek şahsiyet tanıma zenginliğidir.. Şiirde öz, sizsiniz ve sizin kullandığınız özel dil, şiirinizdir. Ruhun tınısını harfleştirme, şekillendirme ve bir kabın içine sığdırabilme sanatıdır şiirde kuram algısı. Ya da duyguyu harflerle şekillendirme sanatıdır da diyebiliriz. Şiir tekniği; şiirin dışında tartışılan hoş bir gösteri ya da şiirin kuvvetini sınama gibi geliyor bana..”
İlaveten, şiir de diğer sanatlar gibi insan üretimidir. Yine de, şiire lütfedilmiş ilhamın da bir vergi olduğu kabul edildiğinde şiir, kendisini daha dikkatli bir konumda tuttuğu gibi şairi de disipline eder. Söylenilmiş olan hususlar, şiir yolculuğunun yansımaları, bıraktığı duygu, hissettirdiği anlam ve asıl itibariyle düz yazı ötesi bir dilin kullanılmasıdır. Şiir dili; yalın, yapmacıksız çocuğun dilidir. Çocuğun dili, yürekte kalıcıdır. Ömür boyu o tını, ses, ritim, duyuş, imge hafızada tebessümü artırarak kalır. Şiir de öyledir. Sahicilik, sahteden ötededir. Riyakârlık, gösteriş ve ağda bulunmaz. Şiirin damarında var olan asalet, şiirin yaşamasına izin verir.
“İstanbullu Şiirler – II” arka kapağa konulan şiir, Zarifoğlu şiirinin gücüne işaret eder. Şair, yalnızca İstanbul üzerine mi yazar? Elbette ki yaşadığımız, doğduğumuz ve çocukluğumuzun geçtiği şehirlerin önemi, kazandırdıkları büyük. Bunun dışında bir dünya var, şair her şeyi dikkate alarak sorumluluğunun da bilincindedir. “Bu Şehr-i İstanbul” şiirinde;
“Bu şehr-i İstanbul ki
Yüreği gök renkli çınar
Dallarında sürgün verir aşk
Yaprakları nurdan yeşil
Bu şehr-i İstanbul ki
Semtleri nadide Pazar
Neşedir bayramlar/ Lunaparkta çocuklar
Misketler içinde renktir İstanbul..”
Merak edenler için Kahramanmaraş’ta yayınlanan Edebiyat Yaprağı – 2015, derginin sekizinci sayısında İbrahim Yavuz Zarifoğlu ile yapılan uzun bir söyleşi var. Okunmalı mutlaka. “Edebiyat Yaprağı”nı, Şair ve yazar Ali Haydar Tuğ yayınlıyor. “İstanbullu Şiirler” kendi idrakini, varlığını paslanmaz ve pörsümez bir zamana taşıyor. Yaşasın şiir. Yaşasın kırk yıl sonrasında müdrik olmanın hüznünü yaşayarak, İbrahim Y. Zarifoğlu dostuma bereketli, özgün ve özgür şiirler diliyorum. Son bir dörtlükle sesi, Zarifoğlu’na bırakıyorum;
“Bu asude dilber ki
Sinan çeşmesinde temmuz
Erguvan dallarında eflatun dize
Eylül mehtabında şiirdir İstanbul”.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.