Denize Açılan Kapı-Yedi Bilge
Adamın içinden şiir ırmakları akıyor. Gazeller hareleniyor. Dudaklarına hiç bilmediği bir melodinin ağır hüznü yerleşiyor.
Denize akan gözlerinde aşkı topladı adam. Dalgalarda sarsılan ruhunu dindirmek için, bin bir gece armağanlarının peşinden koştu. Bu koşunun yolunda Mercan adalıklarından, Yemen çöllerine yollar gözüktü. Geçip gittiği dağlarda, vadilerde, uçsuz bucaksız ufka baktıran hedeflerde gördü ne gördüyse. Geyiklerin, ceylanların, aslanların, her türlü yabani hayvanatın varlığını gözleriyle görse de kimi zaman ürktü, kimi zaman korkudan bacakları titredi. Yalın, yapmacıksız, doğal bir hayatın varlığında şiir atı dağlar aştırıp, denizlere daldırdı, her gördüğü gözden yepyeni ilhamlar aldı.
Düşler kurdu, içinde yağmurların, şimşeklerin, aslanların, geyiklerin, bin bir renkte ve dilde kuşların bulunduğu.
Bir ceylanın sekişiyle irkildi ela bakışlı kız. İçinden yürüttüğü kervanlara bir baş gerekliydi. Bu adam olabilir miydi? Bir otağ kurdu zengin mi zengin, ulu çınarların, derelerin, şırıltılarını izleyebildiği bir yaylalıkta. Sürüleri, develeri, geyikleri bile vardı ela gözlü kızın. Sürülerime bir de çoban gerekli belki çobanlık da yaptırabilirim diye içlendi.
Az önce gördün mü uçan kelebeği, şu minicik ayaklarıyla sayısız karınca ailesini izlediğin oldu mu? Ya şu taşın üzerindeki kertenkelenin güzelliği dikkatini çekti mi? Aşağıda salınıp duran ceviz ağacının hışırtılarıyla mı beslenir zıplayıp duran sincap? Peki, şu ağaçkakanın dur durak bilmeksizin sürüp giden oyuklardan yaptığı evleri düşündükçe ürperdi içi. Yeniden yenilenmenin gereğini anladı her gün, her an, yeniden var olmanın, okumak olduğunu, kitapla dost olmak olduğunu kavradı.
Adamın parmakları kerpeten gibi, nasıl da şu çiviyi o tarafa bu tarafa çevirdiğini gördükçe dudaklarım uçuklayacak neredeyse. Alnında biriken terini cebindeki mendile silen adam, uzun bakışlarıyla denizin anasından istedi kızı.
Denizin kızı bir endamlıydı, bir alımlıydı, görmeye değerdi. Çünkü bilge bir bakışı vardı denizananın. Her cümlesi tarihe not düşecek türden anlamlı, her bir kelimenin hakkı neyse oydu dudaklarından dökülen. Yüzüne düşen bir bakış onu renkten renge dönüştürmesine neden olabilirdi. Hilale benzeyen kaşlarından sanırdınız ki yüzüne ay şavkıması vurmuş, yıldızlar gözlerinde toplanmıştı.
Az ilerideyse kımıldayıp duran yaşlı adamın yüzü yılların azabı, kahrı, zorluğu, kavgası bir haritaya dönüşmüş gibiydi. Yüzüne baktıkça bir gizli haritanın varlığından kuşku duymuyordum. Bir hikmet sıcaklığı çarpıyordu iri ve yumuşak, fulü ve etkili gözlerinden. Bakışlarındaki bu letafeti karşı koyulmaz iç yönlendirmemle kaçamaklardan kavrıyordum. Çaresizdim bakmaktan alıkoyamıyordum kendimi? Her bakışımda beni yakalıyordu bu yaşlı adam. Yaşlı adam, hem saygıyı, hem hürmeti, hem hizmeti hem de iltifatı hak ediyordu. Yaşlıların biriktirdiği hayat tecrübesinden, ülkeler ihya olur, hayatın anlamı bulunur, genç adamın söz dinleme istidadıyla, öğrenme aşkını ateşledikçe kişinin bağlılığı artardı.
Denizin suyuyla yıkanan balıklar gibi adamın gözleri her bakışımda yıkıyordu içimi. İçimde dolaşan bir atlı, bir gül ve bir şiirdi deniz. Denizin kızıydı şiir.
Hafif bir rüzgâr, yalayıp geçti sırtımdan. O an anladım bütün sırlarımı, sıkıntılarımı, acılarımı alıp götürmüştü. Az önce denize bırakmıştım bir kısmını da. Uzun yürüyüşlerin, bakışların, tecrübeden evler kurduğunu gördüm sıcacıktılar. Göğün katlarından, yeryüzünün atlasından devşirdiler yüreklerindeki saflığı, berraklığı, içtenliği. İçtenlikti şiire ulaşmak. İçten ve derinden bir öykünün yaşandığını hiçbir birey yadsıyamazdı. Bir oydu insandan insana, insandan insanı ve insandan nizamı derleyip toparlayan. Bir oy, bilinçli bir gerçeklik, bilinçli bir geleceğin kapılarını aralamaktı. Alın teri, emek, çaba, ömür ve çocuğun ruhunun bir tılsıma, iksire ulaştırılması kelimelerden derleniyordu. Ah şu kelimeler yürekleri harmanlayan, yürekleri daraltan, büyüten, çıldırtan, sürgünlere götüren. İşte şiirin menzili burasıydı. Kelimeler içinden geçilerek ulaşılabilirdi yüreğin şiirine.
Sır, varlık demekti. Kudret demekti. İçindeki dünyanın anahtarıydı sır. Adamın ayaklarının altından zıplayan börtü böcek, bir kurtuluş şarkısı söylüyordu her dakika. Bunu yalnızca ben duyuyordum. Biliyordum sadece denizkızının da duyduğunu. Yine de duyabilirdi duymak isteyince insan. Kelimelerden geçerek ruha inşirah veren şiir, hayatı teksif ediyor;
Kurtuluştur bizim andımız, andımız
Özgürlüktür bizim adımız, adımız
Kimseler duymuyor yazık yâdımız
Düşün bir kerecik, düşün ey insan
Yüreğimizi serdik biz yere, biz yere
Dikkat etmelisin ey insan bastığın yere.
İlk kez böyle bir şarkı dudaklarımda renkleniyor, şiirin yüreğinde duran bir musiki sesini duyuruyordu. İrkildi adam, irkildi denizkızı, tebessümle bakıp gidiyordu, alıp götürüyordu beni.
Yaşlı, çınar gibi duran kadının içinden şehirler geçiyor. Kayıp, uzak, yolsuz şehirler. Varılamayan adımlar, yolculuklarsa bebek ruhlu, pamuk yürekli, şiir dilli, okyanus gözlü denizin kızı uçup gidiyor denizler ötesine. Kâh dönüyor bir yayla barınağındaki kırk atlının, kırk bakracın ve kırk hizmetkârın hazır olduğu otağına. Kırk ikindi kıyamında sonsuz bir aşkı yaşıyordu. Sonsuz aşk, yüreği de sonsuza alıştırıyor, yani kalbin ritmindeki ahengin, örste dövülüşüyle istikrara kavuşuyor, böylece bütün devreler, zikrin coşkusuyla şiirleşiyordu.
Denizin kızı, çeşmeden testisine su doldurmayı, kuşluk kahvaltısı hazırlamayı öğrenir. Sıcacık bir sofra başında, bazlamaların, saç üzerinde çevrilişleriyle yayılan koku, aşkın kokusudur. İçten, samimi bir ödevin yerine getiriliş çabası yansır bütün eylemlere. Eylemlerimizdir bizi biz yapan, her bir eylemin diriltici soluğu yürekte beslenir. Ellerine baktıkça geçmişin izlerini görür. Parmaklarından sökün eden duyarlılık kimi zaman bağ bozumunu, ekin vakti keklik ötüşlerini, kimi zaman kışın amansızca bastırmasıyla oluşan kar tepeciklerini ve hatta kartopu oynarken nasıl da her şeyi unutabildiklerini düşünür. Düşün kitabı, tam da ortasından besler insanı. Kitap hayatın kendisidir okuyabilen bireyde.
Az ileride beliren bir atlı değil miydi?
Yağız atlı süvari, yorgun bir hal ile otağın önüne gelir. Perişanlığı, yorgunluğu her halinden belli olmaktadır. Dağlar, vadiler ve uçsuz bucaksız sisler arasından gelen bu yabancı bir Tanrı misafiri olarak kabul edilerek otağa alınır. Hizmetleri görülür. Bir müddet dinlenen yabancı, üstünü başını düzeltmiş, karnını doyurmuş, eli yüzü anlaşılır bir hal ile divanda oturmaktadır. Denizin kızının hazırlattığı kahve ikramıyla sohbet koyulaşır. Kırk yılın kıymeti kavileşir, kavilleşir. Kahvenin dili çözdüğü, güven telkin ettiği öteden beri bilinmektedir. Kahve ikram etmek, güven vermektir. Rahatlatmaktır. Burası senin demektir. Bize güvenebilir, burada istediğin kadar kalabilirsin anlamında merhabanın kalbinden bir rayiha, bir renk, bir ülfettir.
Tıpkı, Platon Gorgıas’ın ifadesi gibi; “Bana kalırsa bir insanı bir insana bağlayan en eski dostluk, eski bilgelerin dediği gibi biri birine benzeyenleri bağlayan dostluktur.” Kahve bundan değer alır ve değerler üretir. Çayın şiire yol verişi de bundandır. Mevlana’nın ifadesi ne güzel; “Sevginin gamından neler çektiğimi bana sorma. Elini gönlümün üstüne koy, o söylesin.”
Yedi Bilge “Yedi Güzel Adam”ın 134. sayfasında şöyle ifade etmişim; “Dergiler, kalem sahibi olmayı öğretir. Dergiler, ağacın suyuna benzer. İnsanın yüreğine, aklına ve kanına düşen hayat suyu gibidir.”
135. sayfada Cahit Zarifoğlu şiiri için şöyle söylemişim; “Modern dünya, kalıplarından boşanmış bir dünyadır. Modern dünyanın çatışması içinden doğar. Kalabalıklardan, gürültülerden, kopuşlardan, kaçışlardan doğar.. Öz itibariyle yerli, milli ve İslami’dir. Usul, üslup, dil, kurgu ve tarz itibariyle dünya şiirinin yanında yer alır.” Sayfa 136.
144. sayfada “Yaşanılan hayat, aşkla yaşanılması gereken hayattır.. Aşka batmış, aşkla hayatı kavramış ve aşk için peygamberin soluğundan soluklanmış yüreklerin takibidir Yedi Güzel Adam.”
Son cümleyi 145. sayfadan alıyorum; “ Yârin kapısına aşk ile varılır” vesselam.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.