Mankurt ve çağdaşları
Mankurt. İlk duyduğumda merak etmiştim bu kelimenin sözlük manasını, sizde duyuyorsunuzdur Mankurt kelimesini mutlaka. Peki, bu kelime şahıs ve cemiyet açısından ne ifade ediyor? Öğrendiklerimi sizinle paylaşmak istedim. Mutlaka Mankurt’un hikâyesini de okumalısınız.
Mankurt tanım olarak; “kendine has ağır işkenceler sonucu, bilincini kaybetmiş, geçmişini unutmuş, düşünüp idrak edemeyen, muhakeme yeteneğinden yoksun köle olarak kullanılan insan.” manasına gelmektedir.
Bu yazıya, Mehmet Akif’in meşhur dizelerini de koyarak başlamak lazım. Diyor ya, Akif merhum;
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih' i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
AYTMATOV, ey Koca Ata, Türk’ün sözlü edebiyatını yazıya, bu çağlara destanları yeni muhtevalarla taşıyan, destanların diliyle konuşan bu günün Dede Korkut’u! Senin engin anlatımından ve hikâyenden yararlanarak, içimizdeki işkence görmeden ve maalesef menfaat karşılığı dönüşmüş insanlara ibretler vereceğiz. Sen, o ölümsüz eserinde, kendi toplumunun içinden çıkmış, o toplumun emeği ile büyüyüp sonra kendine verilen tüm değerlere yabancılaşmış, reddetmiş günümüzün talihsiz aydınlarını, anasını vuran bir Mankurt'un efsanesiyle özdeşleştirmiştin. Şimdi senin destanınla bende günümüzü değerlendirmek istiyorum. Çünkü sende bilirsin ki tarih boyunca ne Mankurtlar eksik olmuştur ne de onların içinden çıktığı toplumu ve değerlerini ifade eden Nayman Analar.
Mankurt destanı, Cengiz AYTMATOV'un 1980 yılında yazdığı “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı eserinde Kırgız destanlarından yararlanarak güncelleştirdiği bir kişiliktir. Asırlar önce Kazakistan'ın geniş Özbekbozkırlarında geçiyor. Naymanların yurdunun komşu Juan Juanların (Cücenler) istilâsına uğradığı çağlarda. Bütün Nayman erkekleri toplanmış ve yurtlarını kurtarmak için -Asker Millet olmanın gereği- bir ölüm kalım savaşına girmişlerdir. Birçoğu savaşta hayatını kaybeder. Nayman Ana'nın kocası soylu Dönenbay da bunlar arasındadır. Dönenbay’ın karısı Nayman Ana yetim çocukları ile dul ve yapayalnız kalmıştır bozkırın ortasında. Fakat daha büyük bir talihsizlik beklemektedir onu. Zira intikam için yapılan yeni bir savaşta zavallı Ana bu seferde oğlunu kaybeder. Yaralanmış delikanlı Yolaman ayağı üzengide yere yıkılmış ve atı tarafından sürüklenmiş; ne ölüsüne ne dirisine rastlanamamıştır. Nayman Ana için ne büyük acıdır bu. Neden mi?
BU SAVAŞLARDA ÖLMEK, KURTULMAKTI, SAĞ ELE GEÇENLERMİ?
Savaşta ölenler bahtiyardır, çünkü esir düşenleri daha kötü bir son beklemektedir. Bu kader Mankurtolmaktır. Yolaman da esir düşmüş ve Mankurt haline getirilmişti. Hafızasını yitirerek düşmanın kulu kölesi haline gelmenin adıydı Mankurtluk. Bunu sağlamak için Cücenlerin özel bir metotları vardı. Esir alınan gencin önce kafa derisi yüzülür ve yeni kesilmiş bir devenin taze derisinden bir parça başına dikilir. Sonra aynı durumdaki arkadaşlarıyla birlikte elleri bağlı, aç susuz kızgın güneşin altında bırakırlardı genci. Taze deri güneşte kuruyup çekildikçe dayanılmaz bir acı verir, bir iki hafta sonra alttan gelen kılların kalın deve derisinden geçemeyerek geri dönmesiyle yeni bir işkence eklenir buna. Bu durumdakilerin birçoğu acıya dayanamayarak ölür ve kurtulur.
Hayatta kalabilen Yolaman'ın ise sonu daha korkunçtur. İşkence karşısında çıldıran ve şuurunu kaybeden delikanlı için hayat derin bir hiçliktir artık. Aklıyla birlikte her şeyini yitirmiş; sadece efendisinin emirlerini yerine getiren problemsiz bir köle, bir mankurt olmuştur. Bu özellikleri ile her Cücen'in sahip olmak istediği çok pahalı, değerli bir köledir.
NAYMAN ANA YOLLARA DÜŞER OĞLUNU BULMAYA VE…
Uzaklarda yaşayan talihsiz Nayman Ana obalarında misafir olan bazı tüccarlardan oğlunun yaşadığını ve mankurt yapıldığını öğrenir, bir ateş düşer yüreğine duyar duymaz. Devesi Akmar'a biner ve bozkırda günlerce yol giderek, Cücenler’den de gizlenerek evladını arar. Nihayet bulur onu. Yolaman kırda kendisine işkence ederek köle yapan efendisinin develerini gütmektedir. Talihsiz genç bütün geçmişini tamamen unutmuş, insani hislerini kaybetmiştir ve hayvanlarla birlikte yatıp kalkmaktadır.
Zaman zaman efendi ona karnını doyuracak azığı getirmektedir, o kadar. O azığıda köpeklere verdiği gibi atmaktadır. Bütün ihtiyacı bundan ibarettir Mankurtun. Nihayet, Nayman Ana oğlunu yalnız yakalar ve sokulur ona usulca. Ne yazık ki oğul bomboş gözlerle bakar annesine. Sadece annesini değil, kendi adını, babasını, boyunu, soyunu her şeyi unutmuştur mankurt. Ana kalbi kıpır kıpır, ana kalbi harab, ana kalbi paramparça oğlunu bağrına basar ve der ki; “Adını hatırla oğlum. Mankurt değilsin, Yolaman'sın sen. Babanın adı Dönenbay, babanı hatırla.. Oğlum obanı, kardeşlerini, mutlu geçmişini, çocukluğunu hatırla. Hani seni tok yatırmak için aç yatan ananı…” Hayır, Mankurt hiç bir şey hatırlamaz, zihni zifiri bir gece gibi kapkaranlık. Bu ölümden de öte bir zulüm.. İçi Allah’a karşı sitemle dolu ana ağıt yakıyor: ''Ah, ben ne talihsiz dişi deveyim ki yitirdiğim yavrumu, öldürüp derisine saman doldurulmuş buluyor ve onu yavrum diye kokluyorum.''
Anne ona sadece dil döküyor, yalvarıyor. Emzirdiği büyüttüğü, koynunda beslediği, nice uykusuz gecelerin, acı ve sevinçlerinin sevgisinin ürünü olan varlığın posası ile karşı karşıya gelmenin dayanılmaz hüznünü yaşıyor. Karşısındakine bakıyor; kesilmiş bir dal parçası, ya da bir kara taş gibi anlamsız ve geçmişsiz. Geçmişe dair dimağında hiçbir şey yok, çevresini saran kendi yurdunun tepeleri, çayırları ona yabancı. Yıldızlar gülümsemiyor ona, yurdundan doğru esen rüzgârlar kalbini kıpırdatmıyor.
Sadece dilini unutmamış. Ama histen, heyecandan, sevgiden uzak bir dil bu. Öyle ki bu dil aralarındaki mesafeyi kaldırmıyor, yeni uzaklıklar ekliyor ona. Bu ölü! Nasıl diriltmeli, onun sönmüş kalbine ve aklına hangi yolla ulaşmalı.
Çaresiz ana, geçmişini hatırlasın diye çocukluğundaki gibi ninniler söylüyor oğluna. İşte o zaman mankurt belli belirsiz etkileniyor, bir şeyler beliriyor belleğinde. Nayman Ana bunu görünce ümitleniyor, heyecanlanıyor. Bu kıvılcımın tutuşmasını, bir hasret alevi olmasını, bu tohumun yeşermesini dal budak salmasını bekliyor, haydi diyor, haydi yavrum. Bak baban da bu türküleri söylerdi sana. Ne var ki artık buna vakit yoktur. Zira uzaktan azık getiren Efendiyi görür Nayman Ana ve kaçar. Gerçi cins devesi sayesinde Cücen'in elinden kurtulmuştur; ama düşmanını da uyandırmıştır.
DERTSİZ MANKURT, ANASINI VURUR.
Ertesi gün yine aynı hadise cereyan edince, Nayman Ana evladı için tekrar gelince Mankurt’un efendisi Cücen tehlikeyi kavrar. Yine o habis ruhu ve merhametsizliği ile böyle bir köleyi kaybetmemek için yapması gerekeni yapar. O evlat sevgisi ile büyütülen ananın karşısında merhametsiz ve vahşi büyütülmüş, alçak bir Cücen vardır, çünkü Cücenin genlerinde merhametsizce insanları köleleştirme vardır. Yaptığı şey O’nun hayatının bir parçası ve mankurt eğitimi ile eğittiği, Mankurt yaptığı Yolaman, çocuklarına miras bırakacağı hayvanlardan biri gibidir onun için.
Mankurt öyle eğitilmiştir ki, kafasındaki O’nu tutsak eden deri parçasını en büyük değer zanneder. Kendine köpeğe atılır gibi verilen yiyecekten sahibi olmazsa bir daha bulamayacağını zanneder.
Sahibi, Bir ok ve yay tutuşturur Mankurt'un eline ve der ki; ''Anan olduğunu söyleyen o kadın senin düşmanın. Başından şapkanı almak ve kafandaki deve derisini çıkarmak istiyor.''
Zavallı kölenin hayatta tek korkusu başının derisine dokunulmasıdır. Çünkü O, aklını elinden alan bu deri parçasına aklı gibi sarılmıştır. O kendini tutsak eden sıkarak şuursuzlaştıran derinin kurtarıcı olduğunu sanmaktadır besbelli. Şimdi bu kadın, annesi olduğunu söyleyen bu yabancı kadın bu değerli deri parçasını kafasından kopartacak öyle mi? Gelsin de alsın bakalım. Cücenlerin uzaklaştığına iyice inandıktan sonra üçüncü defa oğluna yaklaşan ana oğlunun bir devenin arkasında mevzilenmiş kendisine nişan aldığını görür. Mankurt’un ok atmada usta savaşçı bileği eskisi gibi yeteneklidir hala. Gerer yayı, nişan alır ve atar oku. Ok uçar ve Nayman Ana’nın sol böğrünü, yüreğini bulur. Mankurt kendisini işkence ile köleleştiren sahibinin emriyle anacığını, O’nun bu günlere gelmesine vesile olan onu doğuran anacığını yüreğinin taaa orta yerinden vurur. Nayman Ana’nın devesinden devrilirken ulu bir çınar gibi heybetli, kocaman da açılır gözleri .. Bu gözlerle kendi ölümüne değil evladının kadersizliğine yanan bir ifade vardır. Ananın son çığlığı bozkırın ufkunda son defa çınlar, memleketinin dağlarına ulaşır da çığlıklardan dağlar titrer acıyla, o öyle bir çığlıktır ki memleketimin dağları ağlar duyunca, acı bir yankıyla beraber; ''Adını hatırla oğlum Yolamaaaan! Babanın adı Dönenbay! Babanı hatırlaaaa!..''
ÇAĞDAŞ MANKURTLAR
Ahhh, ki ne ahh! Zavallı, kimliksiz, kişiliksiz mankurt! Ne kadar bedbahtsızsın ki işlediğin cinayetin bile farkında değilsin. Kızmamak mı lâzım sana bilemiyorum. Nayman Ana’nın ölürken kocaman açıp gözlerini, sana son kez baktığında, hem de kendini öldürürken baktığında sana baktığındaki gözbebeklerindeki ifadeyi hatırlıyor musun? Evet, sen sadece acınmaya lâyıksın. Maalesef daha da kötüsü, bu bedbahtlığınla yalnız değilsin. Her devirde ve her yerde senin kader ortakların var. Her devrin bir Nayman Ana’sı ve her devirde Nayman Ananın Mankurt oğulları olacak.
Tâbii artık kimse senin gibi mankurtlaştırılmıyor şimdilerde. Dünya çok değişti ve bu kaba yöntemlerden o habis ruhlu sömürgeci güçler çoktan vazgeçti. Şimdinin Cücenleri öyle çekici ki, öyle menfaatler sunuyorlar ki, insanlar onlara seve seve uzatıyorlar başlarını. Ve büyük bir efendinin kölesi olmaktan gurur duyuyorlar. Cücenlerin ülkelerinde yaşamakla, oralarda çocuklarını yetiştirmekle, oraların kültürü ile yaşamakla övünüyorlar. Efendilerine sormadan helâya bile gitmiyorlar. Sen zorlanmıştın bu işe, Mankurt olman için işkenceler edilmişti sana. Bunun için suçsuz sayılırsın. Ya bu gönüllü Mankurtlara ne demeli!
Kendi toprağını, kendi sürüsünü, kendi madenlerini, KENDİ GELECEĞİNİ, bir Efendi'ye peşkeş çeken, iman etmiş görünüpte o efendiler olmadan hiçbir şey yapılamaz, o efendilere rağmen hareket edilemez diyen bu pespaye zavallılar da senin kadar masum mu acaba?
Kendi halkına, kendi Ordusunun silahları ile ateş eden, tanklarıyla çiğneyen, terör örgütleri ile işbirliği yapan, Milletimizin düşmanları ile işbirliği yapıp başarısız olunca onlara sığınan General ve Subaylara ne demeli?
Bu milletin Dini ve Milli Değerlerini kullanıp, ABD ve Haçlı Batıya sığınıp ümmete düşmanlık eden Hoca görünümlü papazlara ne demeli?
Sultan Alpaslan’la Anadolu’yu yurt yapan, ancak şimdi Bölücü terörle ezeli düşmanlarımıza uşaklık yapan ve Sultan Selahaddin’in torunu oldukları iddiası ile halkı aldatanlara ne demeli?
“Kuvay-ı Milliyeciyiz.” yalanları ile halkı aldatıp, bize Sevr’i dayatanlarla işbirliği yapıp “Misak-ı Milli” sınırlarımıza sırt çevirenler de aynı Mankurtlukla karşımızda değiller mi?
Acıklı ve ibretli hikâyesini böyle bitirmiş AYTMATOV Hocam.
Kıymetli hocam, bu hikâye şöyle bitseydi?
“MANKURT, GEÇMİŞİNİ HATIRLAR” KEŞKE!..
''Anasını öldürdükten sonra da Mankurt, efendisinin sürüsünü gütmeye O’na koşulsuz köleliğe devam etti. Nayman Ananın düştüğü, onu gömdüğü mezarın olduğu yerde bir tümsek var şimdi. Nedense bu tümsek ürkütüyor, düşüncelere boğuyordu zavallıyı. Yanından yöresinden geçmemeye dikkat ediyor, âdeta kaçıyordu oradan. O ninniler söyleyen kadın geliyordu zaman zaman gözlerinin önüne. Kaçmasına rağmen gözünü de alamıyordu oradan. Bazen çekine çekine mezarın kenarına oturduğunda büyümüş otlar arasından bir ninni duyar gibi oluyor, gözünde anasının düşerken havada uçuşan yaşmağı canlanıyordu. Sonra bu yaşmak bir güvercin oluyor ve ona sokulup bir şeyler fısıldıyordu adeta. ''Unutma!'' diyordu, ''Sen Mankurt değilsin. '' Daha başka şeylerde söylüyordu bu ses. İsimler, evet evet birkaç isim. Ama yine ne, bir türlü çıkaramıyordu. Ne olduğunu anlayamıyordu. Böylece yıllar geldi, geçti ve Mankurt, efendisine kölelik yapmaya, efendisinin köpekleri ile yatmaya, sürüsünü gütmeye devam etti.
Bu mezar Mankurt’un Bozkır'daki tek arkadaşı olmuştu. Ama bir şey vardı O’nu hep tedirgin ve hatta rahatsız eden, bir şey vardı, rahat değildi Mankurt. Adeta o güvercinden kaçıyordu, söylediklerinden çıkaracağı anlamdan kaçıyor gibiydi, cesaretini topladı bir gün.
Tepelerin yanında bir daha gördü o güvercini. Güvercinin çığlığı karşı tepelerde yankılandı ve kendisine kadar geldi. Duymuştu o cümleyi. İşte o zaman cümledeki eksik kısmı işitti Mankurt. ''Sen Dönenbay'ın oğlusun. Yolaman’sın sen''. Bunu kulağıyla duymamıştı yalnızca, aklı ile de algılamıştı. Sadece aklı mı, adeta gönlüydü, damarlarında dolaşan kandı bunu duyan. Delikanlı bu sözü içinden tekrar etti:
''Evet, ben yiğit ve asil bir babanın; Dönenbay’ın, iffet ve temizlik timsali bir ananın; Nayman Ananın oğluyum. Ben, ben Yolaman’ım!...''
Kapalı kalenin paslı kilidi bir kere açılmıştı. Sonrası peşinden bir bir gelmeye başladı. Dilini, dinini, tarihini, adını, unuttuğu yârini, dostunu ve düşmanını, yurdunu, verdikleri savaşları hep hatırladı Yolaman.
Ne olurdu Nayman Ana elleriyle büyüttüğü evlâdının okuyla ölmeseydi!
Neler olurdu neler! Mankurt anasını hatırlasaydı, aahhh, bir hatırlasaydı?
Babasının vuruluşunu hatırladı Yolaman haince arkadan oklanışını, anasının devedeki azametli, heybetli duruşunu. İrkilerek baktı ellerine. Nasıl vurmuştu annesine nasıl ok atmıştı. Bu güzel yurtta, babasının uğrunda öldüğü yurdunda, annesini öldürdüğü toprakta kimin sürüsünü yaydığına, kime itaat ettiğine kendiside hayret etti. Şaşkındı, ama bir şeyler yapmalıydı. Nereden başlayacak ve neler yapacaktı? Evet, önce o kafasındaki özgürlüğünü alan ve kendi bedenine ait olmayan deve derisinden kurtulmalıydı. Acısına aldırmadan kafasındaki o rezil deri parçasını söküp attı. Acısı hoşuna gitmişti; çünkü özgür olduğunu şimdi anlayabiliyordu.
Elbette düşmanını da hatırladı Mankurt. Bir köpeğe atar gibi ekmek getiren o Efendi'yi. Eline yıllar önce tutuşturulan ve kafasındaki deriyi başkaları da alır diye sakladığı okla yayı sıkıca kavradı Yolaman ve Efendi'nin gelişini bekledi.
“Ey anasını, anane ve töresini, imanını oklayan bu günün talihsiz Mankurt’u! Bende sana sesleniyorum. Artık adını hatırla ne olur! Sen üç kıtaya adalet götürmüş çok kutlu bir mazinin, büyük bir ecdadın oğlusun, Geçmişini hatırla! Senin durumunda maalesef acınacak durumda olan, Türk Dünyasında, İslam âleminde bir sürü Mankurt var. Hatırla da onlarda sana bakıp kurtulsunlar.”
Şiir okumak ve ezberlemek, yeri geldiğinde o şiirle konuşmayı süslemek, daha anlamlı hale getirmek, ecdadımızın ve onların kurduğu medeniyetin bir göstergesiydi. Yazımızı Merhum Mehmed Akif’in konumuzla ilgili ve dost meclislerinde sıkça okunan bir şiiriyle noktalayalım.
“Zulmü Alkışlayamam
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.