Maddî çamurumuzla övünmek ‘câhiliyet’inin musîbeti..
İstanbul’un büyük âlimlerinden (1990’larda vefat eden) Ali Yakûb Hoca’yı bugünlerde daha bir rahmetle anıyorum.. O ârif bir âlim idi.. 35 yıl öncelerde, Sedat Yenigün (rahmetli) aracılığıyla tanıştıktan sonra âşinâlığımız sıradanlıktan çıkıp, derin sohbetlere dönüşmüştü..
O, Arnavutluk’ta 1943’lerde Enver Hoca liderliğindeki komünistlere karşı verilen silahlı mücadelede yenik düşünce, 40 yaş civarında, ülkesini gizlice terk edip Mısır’a gitmiş, orada ünlü Ezher Üni.de hem okumuş, hem de bu eğitim kurumunun kütübhanesinde çalışmıştı.
Mısır’da hep ‘turko’ diye dışlandığını anlatırdı.. Mısır’da 20 yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul’a geldiğinde ise, bir cihan devletinin başkentiyle karşılaşmıştı. Türk, kürd, arab, laz, gürcü, çerkez, arnavud, boşnak, ermeni, rûm, yahudi, zenci, her ırk, dil ve inançtan insanların, kavmî ve dinî mensubiyetlerini gizlemeden barış içinde yaşadıklarını görmüştü..
Amma.. İstanbul’lu bir otobüs dolusu zengin bir grup, ‘umre’ için yola çıkarken, Hoca’yı da rehber olarak alıp Konya, Urfa, vs.’den Cizre’ye vardıklarında, bu güzel vazo parçalanır..
Çünkü, ülkenin nice yerlerinde olduğu gibi, Cizre’ye girerken de, dağların yamacına, km.’lerce uzaktan görülebilecek şekilde, ‘Ne mutlu türküm diyene’ yazılmıştır..
Halbuki, Cizre’de, hemen herkesin sadece kürdçe konuştuğunu hayretle görürler..
Şehrin büyük camiindeki namazdan sonra cemaat kendilerini salâvat ve tekbîrlerle uğurlar..
Ancaak, Hoca, zihnine takılan bir çarpıklığı yol arkadaşlarına anlatır: ‘Arkadaşlar, Cizre’nin temiz, müslüman bir halkı var.. Ama, türkçe bilmediklerinden fazla konuşamadık. Ama, bu durumda, o dağ yamacındaki yazı, yaralayıcı değil midir?’
(Hoca sonra öğrenir ki, o yazı, geceleri beyaz taşların yerleri değiştirilerek ‘Ne mutlu kürdüm diyene..’e dönüştürülür; gündüzleri, askerler tekrar düzeltirmiş..)
Ama, Hoca, bu sözleri söyleyince, çok da aklı başında zannettiği birisi, ‘Ne o hoca, arnavutluğun mu tuttu? Burası Türkiye!..’ deyivermez mi?
Merhûm Hoca derdi ki: ‘Bunca yıldır yaşadığım bu ülkede, kavmî mensubiyetim ilk kez hatırlatılıyordu bana.. Başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi hissettim ve müthiş kırıldım..’
Sonra, Hoca’nın gönlünü almaya çalışırlar, ama, vazo parçalanmıştır, bir kez..
* Ey kardeşler, ey insanlar; ey, her kimseniz, sizler! Bu anekdotu niye anlattım?
Müslüman iseniz, sizin dininiz, insanların arasında ırkı, kavmi, dili, sosyal konumu açısından ayırımı haram bilen ve bütün insanların, Hz. Âdem’le Havva’dan ve onların ise topraktan yaratıldığını bildiren bir din.. Müslüman değilseniz de, yine, kimsenin maddî hamuru/ çamuru ve sonu diğerinden farklı değil.. O halde, bırakınız sahte kutsalları..
Habeş’li Bilâl’i, ‘zenci oğlu’ diye dışlayan, aşağılamaya çalışan bir sahabenin, Resul-i Ekrem (S) tarafından, ‘Ey ...., sende Câhiliye kalıntıları görüyorum, kendini bunlardan temizle..’ diye ikaz edildiğini ve bu ihtardaki ulvî insanî mânayı niçin düşünmeyiz?
¥
Sosyolojik araştırmalarını ‘Devlet ve Kürtler’ adıyla yayınlayan Bilkent Üni.’den siyaset bilimci Prof. Metin Heper, 12 Ekim günü, Hürriyet’te diyordu ki, (özetle):
‘Osmanlı’da bir asimilasyon geleneği yok. Etnik ve dinî topluluklar var, hepsi kendi başına yaşıyor, istedikleri gibi eğitimlerini sürdürüyor, ibadetlerini yapıyorlar. Bu Osmanlı’nın iyi bilinen millet sistemi.. (…)Osmanlı döneminde sen kimsin diye sorduğunuzda ‘Elhamdülillah Müslümanım’ ya da ‘Rumum’ cevabını alırdınız. Cumhuriyetle durum değişti. (...)Bakın Türk devletinin resmi politikası inkâr değil, bilinçli gözardı.. Mesela, devlet Kürtlerin Kürt ismi almasını engelliyor. Bunu bazıları inkâr etmek olarak algılıyor. Hayır, varlığını kabul ediyor, ama söz etmiyor. Çünkü Kürtlerin (…)Türk devleti vatandaşı olmayı birincil kimlik olarak kabul etmelerini istiyor. Birtakım isyanlar da çıkınca bu birincil kimliklerini terk edip, ‘Biz sadece Kürdüz kardeşim, sizinle bir işimiz yok, siz de Türk olarak kalın, biz gidiyoruz’ gibi bir yola sapmalarından korkuyor. O yüzden de Kürt ismi koymalarını yasaklıyorlar. (…)’
Size göre, bu sözlerde, bir kafa karışıklığı yok mu? Siz, müslüman olmayanların her ne iseler, kendilerini o şekilde tanıttıkları; müslümanların ise, ‘elhamdulillah müslümanım..’ ibaresi etrafında birleştikleri bir sosyal tabloyu harab eder ve yerine bir kavmin adını öne çıkarır ve bir büyük devletin parçalanmasından geriye kalan nice kavimlerin de, kendilerini sadece ‘türk’ olarak isimlendirmesini resmî ideoloji olarak, zorla tatbik eder; sonra da, Alpaslan Türkeş’in dediği gibi, ‘Herkesin türk olmadığını biz de biliyoruz, ama, türküz deyiverseniz kıyamet mi kopar?’ mantığına tutunursanız, evet, nice küçük kıyametler kopar; koparılmaya çalışılır. Çünkü temelde adâlet yoktur!.
*ABDULLAH GÜL, İNADINA HALKIN İÇİNDE OLMALI!
1- Abdullah Gül, 12 Ekim Pazar günü, bir sportif karşılaşmadaki ‘Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı izlemek üzere Ankara’daki bir Spor Salonu'na geldiğinde, bir sürprizle karşılaşmış:
-Yuuuuh... ‘Şehidler ölmez.. Vatan bölünmez..’ vs..
(Gerçi, II. Mahmûd’a karşı, Galata Köprüsü üzerinden atlı arabasıyla geçerken,, ‘Gavur Padişah!’ diye bağırıldığını ve o kişiye bir şey yapılmadığını biliyorum da) bu ülkede hangi C. Başkanı’na ‘yuh’ çekilebilmişti, hatırlamıyorum.. Bazılarının ölüsü bile kanunla korunur.
Abdullah Gül’e karşı ‘tezgahlanan’ bu protestonun mantığı nedir? Milletin rahatsızlığını gerektirecek hangi uygulaması olmuştur, Gül’ün?
Bu tablo, Eskişehir’de, bir askerin cenaze töreninde de yaşanmıştı Gül’e karşı; geçen hafta..
Toplumun yönetiminde bulunanlar, alkışlar kadar protestolara da ayarlamalıdır kendisini..
Ancak, bu ‘yuh’ sesleri, bir ‘işaret fişeği’ mesabesindedir; bir psikolojik savaş taktiği.. Abdullah Bey’i toplum içine çıkmaktan kaçırtmak taktiği.. Umarım, Gül, bu oyunu bozup, kitleler içinde daha bir sıklıkla yer alır ve protestocular, ‘kelaynak’ gibi kalır, ortada..
Çünkü, Abdullah Gül, milletin büyük kesiminin temel değerlerine bağlılık açısından, hiçbir ‘selef’iyle mukayese edilemiyecek derecede, müslüman halkımızın evlâdı ve başkanıdır.
Ona ‘yuhh’ çeken grupçuklar, gerçekte milletin kervanının ilerlemesinden rahatsızdırlar..
Gül, ‘cumhur’un günlük hayatı içinde daha çok bulunup, halkla daha çok hemhal olmalıdır.
2- (Muhtevası her ne olursa olsun) bir dergi dağıtmakta olan bir gruptan birkaç kişi nezarete atılıyor. Bu kişiler nezarette demir çubuklarla dövüldüklerini iddia ediyorlar. Ve dahası, bunlardan Engin Ceber isimli olan genç, beyin kanaması geçiriyor ve vefat ediyor!!!
Bu, basit bir polisiye vak’a değil, korkunç bir cinayettir. Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı, her üçü de, dün olduğu gibi bugün de, bu gibi cinayetlere muhatab olabilecek bir konumdadırlar. Bu korkunç cinayet iddiası sukûtla geçiştirmemelidirler. Taa ki, hiç kimse, bir başka yargısız infaz sergileyemesin.. Yoksa, cinayetkâr ruhların cür’eti frenlenemez. Ve size de, ‘bana devlet cinayet işledi dedirttiremezsiniz!’ demek düşer.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.