‘Adâlet’i değilse de, en azından ‘insaf’ı gelişt
‘Adâleti erteleyen eski geleneğe asla geri dönmeyeceğiz..’ diyordu dün, Başbakan Erdoğan.. ‘Umarım öyle olur..’ diyecek oldum içimden; ama, onu derken bile, durakladım.. Çünkü, temelinde nelerin bulunduğu bilinen bir bozuk düzenden ‘adâlet’ ummak da, ‘adâlet’ mefhumuna karşı işlenmiş bir zulümdür.. Onun için, Tayyîb Bey ve ekibi, sadece Müslüman halkın daha rahat nefes alması için, bu zorbalık cenderesinin vidalarını biraz gevşetsinler, gevşetmek için biraz çaba harcasınlar, o yeter..
Dünkü yazımın sonuna bir not düşmüş ve ‘(Muhtevası her ne olursa olsun) bir dergi dağıtmakta olan bir gruptan birkaç kişi nezarete atılıyor. Bu kişiler nezarette demir çubuklarla dövüldüklerini iddia ediyorlar. Ve dahası, bunlardan Engin Ceber isimli olan genç, beyin kanaması geçiriyor ve vefat ediyor!!!
Bu, basit bir polisiye vak’a değil, korkunç bir cinayettir. (...) Bu korkunç cinayet iddiası sukûtla geçiştirilmemelidir. Taa ki, hiç kimse, bir başka yargısız infaz sergileyemesin.. Yoksa, cinayetkâr ruhların cür’eti frenlenemez. Ve size de, ‘Bana, devlet cinayet işledi dedirttiremezsiniz!’ demek düşer’ demiştim..
Ve hemen aynı gün, Ad. Bak. M. A. Şahin’in yaptığı açıklama, en azından geçmişteki örneklerle mukayese edilirse, umut vericidir..
Çünkü, Ad. Bak. Şahin, söz konusu kişinin, tutuklu bulunduğu cezaevinde dövülerek öldürüldüğü iddialarını kabul etmiş, ‘Devlet ve hükümetim adına özür diliyorum.. Sorumluları kimse, sonuna kadar gidilecektir. Kimsenin şüphesi olmasın.. Türkiye'yi böyle bir durumla karşı karşıya getirenler, her kim ise, cezalandırılacaktır..’ demiş ve ilk tedbir olarak 19 kişiyi vazifelerinden açığa alıp, haklarında soruşturma başlatmış.. Açığa alınanlar arasında, ‘dövülen tutukluyu -görmeden, muayene etmeden- sağlam raporu’ verdiği anlaşılan cezaevi doktorunun bulunması daha bir ilginç ve acıdır..
Adâlet Bakanı’nın özür beyanı, ‘Devlet özür dilemez, buyurur ve ne yaptıysa, kamu yararınadır..’ gibi anlayışlardan gelmiş bir toplumda, yeni bir güzel örnek oluşturabilir..
Hani, daha çok da ‘Ermeni mukatelesi’ konusunda ‘Türkiye, tarihiyle yüzleşmelidir’ deniliyor, bu aslında her sahada da geçerli hâle getirilmelidir.. Geçen sene Tayyîb Erdoğan, ‘büyük devlet, yaptığı yanlışı da itiraf edebilen devlettir..’ gibi bir söz söylemişti, Diyarbakır’da.. Bu söz bile, bir şeylerin yanlış gittiğinin itirafıydı, ama, Türkiye’deki iç siyaset oyunlarının denge zaruretleri gerekçesiyle, o sözün gerisi getirilemedi. Halbuki, geçmişte yaptığı yanlışlarıyla yüzleşen ve özür dileyen, ancak kazanır..
Devlet memuru ve özellikle de güvenlik gücü oldukları için, nice binlerce vatandaşın canının yakıldığı sayıma gelmez uygulamalar ve onların örtbas edilmesi için hazırlanan uyduruk rapor ve tutanaklar bir tarafa.. Sadece şu son 100 yılda bile ne büyük siyasî cinayetler işlendi ve o cinayetlerin üzerine tonlarca kül döküldü.. Ve nice insanlar, sırf, birilerinin suçluluğunu örtbas etmek veya birilerini yüceltmek için ayaklar altına atıldı..
Ölümünden bir sene kadar önce Ecevit’in, ömrü boyunca kemalist hecmelerle suçladığı Osmanlı’nın son padişahı ‘Vahideddin’ için, ‘O vatan haini değildir..’ demesi bile bir büyük hadise sayılmış ve Demirel, ‘Cumhûriyet bu iddiayı kaldıramaz..’ diye, Ecevit’in sözleri doğru olsa bile, gündeme getirilmesinin yersizliğini dile getirmiş ve bu düzenin, o gibi iddialar üzerine ve Cumhûriyet diye, cumhûrla ilgisiz şekilde nasıl bir yanlış temel üzerine kurulduğunu göz önünde bulundurmak istememişti..
Vahideddin örneği sayısız örnekten sadece birisidir.. İstiklal Mahkemeleri’nde dâr’a çekilen nice mazlûmlar ve onların geride bıraktıkları aile ve diğer yakınlarının üzerine bile ‘hain’ yaftası vurularak yapılan resmî baskı ve dışlamaların toplumda ne büyük sosyal baskılara ve adâletsizliklere zemin hazırladığı da unutulmamalıdır..
Ki, ‘resmi ideoloji’ ve ‘devr-i dilârâ-y’ı cumhûriyye’ (gönüller açan Cumhuriyet devri), daha başlangıçta, dışlanmış olanlar arasında, savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiş nice ünlü kumandanları da barındırmaktadır ve M. Kemal’in silah arkadaşı olanlardan safdışı edilmeyen hemen hiç kimse kalmamıştı, Fevzi ve İsmet Paşa’lar dışında.. Ve onlar bile, çoktan unutulup gitmişlerdir.. ‘Tek adam’lıktan, ‘lider tapıcılığı’na, şahısperestliğe öyle ilerlenilmiştir.. 1920 öncesinin Enver Paşa gibi nice isimleri zâten unutturulmuştu.. Kâzım Karabekir, Ali İhsan (Sabis), Ali Fuad (Cebesoy), Ref’et (Bele), Selahaddin Âdil ve Nureddin Paşalar, Raûf (Orbay) Bey ve daha niceleri de aynı âkıbetten kurtulamadı..
Ya diğer sahalarda olanlar? Onlar da, ancak ‘tek kişi’ye bey’at edip-etmemelerine göre toplumda kendilerine bir yer bulabilmişlerdi.. Ve onların aileleri, hattâ aynı soyadını taşıyan yakınları nasıl da mağdur edilmişler, matrud (tard edilmiş, kovulmuş) durumuna düşürülmüşlerdi, toplumda..
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, B. Amerika liderliğindeki müttefikler tarafından, mağlubları yargılamak için Nürnberg ve Tokyo’da kurulan Savaş Mahkemeleri'nden Tokyo’dakine dair bir belgesel seyretmiştim.. Savaş yıllarının Japon Başbakanı Tojo, bir esir olarak, mahkemeye yine de, hukuk ve mantık ölçülerini hatırlatacak kadar dirayetliydi, idâm edileceğini bildiği halde.. Ve mahkeme başkanı da, ancak, (o mahkemelerden 15 sene sonralardaki Yassıada Mahkemesi’nın başkanı gibi), ‘Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor, ben n’apayım?’ diyebiliyordu.. Ama, eşi ona, küçük torununun Tojo soyadını, -okulda arkadaşları ve öğretmenlerince ‘bir hainin torunu’ gibi bakıldığı için- değiştirdiklerini söylediği zaman yıkılmıştı.. Bunu bizim toplumumuz da yaşamadı mı, hele de son yüzyıldır..
Uzağa gitmeye gerek yok.. Henüz 9 sene öncelerde, Merve Kavakçı Hanım’ın, sırf, Meclis’e başı örtülü olarak girdi diye, Ecevit tarafından, Meclis’ten ve de o günün üçlü koalisyon (Ecevit-Bahçeli-Yılmaz) hükûmetinin acaib bir kararnamesiyle de vatandaşlıktan apar-topar atılıp bir ‘hain’ gibi bir işleme tâbi tutulduğu sırada, ilkokul öğrencilerine bile, kendi çocuklarının gözleri önünde Merve Hanım’ın ‘yuh’latılışının tv ekranlarından bütün ülkeye yayınlanışı, nasıl unutulabilir?
Bizim kültürümüz, yazık ki, saltanat döneminde bile olmayan şekilde insanları tek kişi ‘mithos’u önünde eğilmeye mahkûm eden bir sakîm anlayış çizgisi üzerinde gelişti..
Toplumumuz, suç ve cezaların şahsîliği gibi yüksek bir hukuk prensibini unutmuştur.. Bu yüzden nice seçkin beyinlerin toplumun istifadesine sunulmasına engel olundu..
Bu düzenden adâlet beklenemezse de, en azından, bu sistemin çalıştırılmasında vazife alanlardan biraz insaf olsun bekleyebiliriz.. Bu bakımdan, dün Ad. Bakanı’nın bir zulmü, işkenceyi itiraf etmesi ve özür dilemesi, insaf yolunu açabilecek önemli bir gelişmedir..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.