Mezhepler arası “takrîb”
Geçen yazımızda, Yusuf el-Karadâvî’nin Mısır’da yayımlanan el-Yevm gazetesindeki demecine değinmiştik. Şiî dünyada büyük tepki uyandıran bu demecin temel üç iddiası vardı: Bir; “Şia ehli bidat bir fırkadır”, iki; “Sünnî toplumlarda sistemli bir Şiîleştirme faaliyeti yürütülmektedir” ve üç; “Sahabeye küfredilmekten vazgeçilmelidir”.
Öncelikle şunun altını çizerek başlayalım: Bu tartışmada Şia’dan kasıt Caferi Mezhebi diye de bilinen İsnâ Aşariyye’dir. Şia ve Ehli Sünnet mezhepleri arasında dozu kaçmış yakınlaştırma (takrîb) düşüncesine inananlar bu tür tartışmaları şiddetle kınadılar.
Bizim yazımıza gelen tepkilerde de; “Bir kişi hür iradesiyle ister Şiî ister Sünnî olur, ister Hanefî ister Şafiî, kimse bu meşru tercihe karışamaz” yaklaşımı hâkimdi. Tek tek cevap yazamayacağım için topluca bir değerlendirme yapmam zaruret oldu.
Şia ve Ehli Sünnet mezhepleri arasını takrîb, çetrefilli bir konu. Herşeyden önce “takrîb taraftarları” arasında takrîb projesinin açılımı noktasında bir konsensüsün olmadığını belirtelim. Farklı özel ve tüzel ilmî kişilikler farklı açılımlar ortaya koymaktalar ve bunların bir kısmı mâkul iken bir kısımı ise hayâl ürünüdür. Bundan dolayı da “takrîb”in ne olduğunu değil ne olmaması gerektiğini ele almak icap ediyor.
Ehli Sünnet perspektifinden çok net bir konu vardır, o da; “Şia bidat bir fırkadır”, takrîb çalışmaları bu hükmü inkâr ederek bir yere varamaz; yüzyıllarca üzerinde icma edilmiş bir hususu nesh ederek işe başlamak abesle iştigaldir.
Takrîbten kastedilen medeniyet içi bir diyalogsa eğer, diyalog olabilmesi için iki mezhebin kutsallara dil uzatmadan biribirini olduğu gibi kabullenmesi gerekir. Biribirini olduğu gibi kabullenmek, biribirini hak üzere görmek anlamına gelmez.
Bu Ehli Sünnet için böyle olduğu gibi Şia için de geçerlidir. Zira onlara göre de Ehli Sünnet haktan sapmış bir fırkadır, müntesipleri mü’min değil müslümandır, iman üzere değil İslâm üzeredir. Mü’min olabilmeleri için imanın erkânından bölünmez bir cüz olan “İmâmet” rüknüne inanmaları gerekir.
Çünkü; “12 imam sırasıyla ilâhî nasla belirlenmiştir ve bu tayin içtihatlara metruk değildir.” (El Kâfî: 1/279), “İmamların tümü masumdur.” (El Kâfî: 1/269). “İmamları inkâr edenler mü'min değildirler.” (El Kâfî: 1/187) ve “İmamlar helal ve haram tayin etme yetkisine sahiptirler.” (El Kâfî: 1/441) Bu prensipler en temel Şiî hadis kaynaklarıyla sâbittir.
Bu öğretiler mezhebin değişmezleri arasındadır. Bu konumlandırma “ehli bidat” görmekten daha ağır bir durumdur. Şia’nın bu hükmünü mezhebin epistemolojik kaynakları değişmedikçe hiçbir Şiî âlim değiştiremez. Zira ulemâ mezhep sistemine ve bilgi kaynaklarına bağlı kalmak durumundadır, aksi olduğunda mutlaka dışlanacaktır.
“Bir kişi hür iradesiyle ister Şiî ister Sünnî olur” yaklaşımını gelince. Mesele bu kadar basit değildir. Sunnî olan birisi için Ehli Sünnet içi mezheplerden birine göre amel etmekte bir sakınca yoktur elbet, çünkü; inanç sistemi, ibâdet sistemi, bilgi kaynakları aynıdır, teferruatta metodolojiden kaynaklanan bazı içtihad farklılıklarının olması bu gerçeği değiştirmez.
Ama Şiîlik bu kategoriye giremez. Çünkü; inanç sistemi ve bilgi kaynakları farklıdır. Bunun doğal sonucu da dinî tasavvur ve pratiklerde ciddi farklılıklar meydana gelmektedir.
Kur’an’ın tahrif edildiğine inanan gulat-ı şiayı bir tarafa bırakırsak; Şia ve Ehli Sünnet Kur’an’ın temel kaynak olduğunda birleşir. Ancak, Kur’an’dan sonra gelen temel kaynak olan hadiste tamamen ayrışırlar. Hadis, iki ekolün de Kur’an’a yaklaşımını belirleyen temel referans kaynağıdır. Bundan dolayı denebilir ki; hadis anlayışı farklılaştığında Kur’an’ı anlama ve yaşama pratikleri de farklı olacaktır.
İki ekole göre hadisin tanımı, kaynakları ve râvileri tamamen farklıdır. Ehli Sünnet’e göre hadis, “Allah Rasûlü’nden sadır olan söz, fiil ve takrîrat bütünlüğü” iken, Şia’da, hadis; “Ondört Ma'sûm-i pâk’tan yani Hz Muhammed, kızı Hz. Fâtıma, onun eşi Hz. Ali ve bunların soyundan gelen 11 kişinin toplamından sadır olan söz, fiil ve takrîrat bütünlüğüdür.”
Bu mezhep asırlar boyu binlerce âlimin ortak katkısıyla sistemleşmiştir. Mezhebi tanımlamak ancak üzerinde ittifak edilmiş bu sisteme göre yapılabilir, yoksa indî okumalara göre değil.
Bir takrîb veya birlikten bahsedilecekse, gerçekçi olmak gerekir. Günümüz şartlarında bunun müşterek siyasi maslahatlar zemininde yapılması mümkündür. Ortak düşmana karşı ortak tavır, iktisadî birliktelikler ve ortak kalkınma hamleleri elzemdir. Bunlara inanmak ve bunları gerçekleştirmek için mezheplerin genleriyle oynamak, bunları da engeller. Siyaseten doğru olanla itikadî doğruyu birbirine karıştırmamak gerekir.
Son olarak, aklı selimle yapılmış her uyarıyı ve analizi “Siyonizme hizmet” diye yaftalamak tek kelimeyle pespâyeliktir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.