Terör ve demokrasi
Bu ülkenin düşmanları hiç eksik olmadı. Cumhuriyet kurulduğundan beri düşmanlarımızın çetelesini tutuyoruz. Eskiden, Yunan vardı, Rus vardı, İngiliz vardı, şimdi iç düşman var. Aslında, Türkiye kendi düşmanını kendisi ihdas ediyor. Dışarıda bulamadığı zaman, kendi insanını düşman, kendi coğrafyasını savaş alanı haline getiriyor.
Bir ülke niçin bu kadar düşmana ihtiyaç duyar, niçin durup dinlenmeden düşman peşinden koşar, bunun sorgulanması gerekiyor.
Düşman demek savaş demektir. Savaş ise, olağanüstü durum, teyakkuz hali anlamına geliyor..Yıllardır milletçe nöbet tutuyoruz. Nereden vurulacak, nereden darbe yiyeceğiz diye teyakkuz halinde bekliyoruz. Varlığımızı, birliğimizi, ülkemizi tehlike içinde hissetmek, bütün diğer taleplerimizi geri plana itiyor. Düşman korkusu, demokratik taleplerimizi, diğer insani ihtiyaçlarımızı akla bile getirmiyor. Hayatımıza, yönelmiş tehditler, hayat standartlarımızı yükseltecek düzenlemeleri her defasında ertelememize sebep oluyor.
Savaş hali, kısıtlılık halidir. Tehdit sürdükçe sınırlamaların sürmesi, bazı hakların askıya alınması demektir. İşte birileri bu teyakkuz halinin ilelebet sürmesini, bu sayede statükonun kendilerine bahşettiği saltanatın devamını istiyor. Onun için de düşman üzerine kurulu, kokuşmuş, çürümüş, köhnemiş bir politika izliyor.
Başbuğ’un herkesi doğru yerde bulunmaya çağıran sözlerine biraz da bu zaviyeden bakmak lazım. Düşmanı olan bir ülkede doğru yer, düşmanın karşısında,yani Başbuğ’un yanında yer almaktır..Bunun dışındaki bütün yerler düşmanın yanıdır.Başbuğ’un sözlerini ne yazık ki başka türlü yorumlamak mümkün değil.
Savaşlarda, en önemli aktör, her zaman askerdir. Toplum böyle dönemlerde askerin üstüne kapanır, bütün gücüyle arkasına yığınak yapar. Sivil kurumlar, seçilmişler ikinci plana düşerler. Savaş halinin atanmışlar yararına bir de böyle bir yanı vardır. Askerin ülke içinde en güçlü aktör olmasından menfaat umanlar, bu teyakkuz ve savaş halinin sürmesini isterler. Onun için sürekli yeni çatışma alanları oluşturur, her fırsatta terörü dövmek yerine toplumu ve demokrasiyi döverler.
Aktütün baskınından sonra da bu gelenek değişmedi. İhmallerin, yanlışların, eksiklerin, hatta sevk ve idareden kaynaklanan zafiyetlerin muhasebesi yapılacağına, temel hak ve özgürlüklerin muhasebesi yapıldı, terör örgütünü cezalandıracak tedbirlerin alınması yerine toplumu cezalandıracak kısıtlamaların yapılması talep edildi. Başta OHAL ve Jandarmanın yetkilerini genişletme olmak üzere, eskiye dönüş anlamına gelen birçok düzenleme gündeme geldi. İşte bu noktada medya'nın devreye girmesi, yasakçıların elini zayıflattı. Yayınlanan görüntüler sorunun demokrasi ve özgürlüklerin çokluğundan değil, askerin sevk, idare ve eldeki istihbarat bilgilerini değerlendirmedeki zaaf ve yavaşlığından kaynaklandığını ortaya çıkardı. Dolayısıyla yapılması gereken demokrasiden ödün vermek değil, askerden kaynaklanan eksikliklerin izale edilmesiydi.
İşte Başbuğ biraz da buna tepki gösterdi. Askerlerimizin daha iyi yönetilmesi ve daha az kayıp vermesi için yapılan yayınları, terör örgütü ile aynı noktada durmak olarak niteledi. Uslüp sorunu olan bazı yayınları, tüm yayınlara teşmil ederek genelleştirdi. Hâlbuki Aktütün’de niçin bu kadar asker öldü diyen hiç kimse, terör örgütü ile aynı düzlemde değerlendirilemez. Bu soruyu aslında Taraf veya başka bir yayın organından ziyade, Askeri bürokrasinin kendisine sorması gerekiyor. Ama bütün bu tartışmalar esnasında ortaya çıkan asıl sorun, Askerin Güvenlikle demokrasiyi bir birinin alternatifi/zıttı gibi gördüğünün ortaya çıkmasıdır. Demokrasinin güvenliği tehlikeye düşürdüğüne inanmak, güvenlik için demokrasiden vazgeçmeyi, en azından taviz vermeyi gerektirdiği için, daha özgür, daha insani bir ülke olma tasavvuru her defasında bir başka bahara kalıyor. Oysa demokrasi, terörle mücadelede, silahtan daha müessir bir araçtır. Bunu anlarsak, kimseyi terör örgütünün safına itmeden, daha az maliyet ve daha az gözyaşıyla bu meseleyi sonlandırabiliriz.