Küresel krizin altyapısına taş döşemek
Özal döneminin en büyük yatırımı Türkiye'deki iletişim altyapısının yenilenmesiydi. Telefon hatlarının yer altına çekilmesinden, bankacılık işlemlerinin anında yapılmasına imkan tanıyan, veri aktarımına ve daha sonra internete geçecek olan atılımı bir tür “enformasyon devrimi” olarak adlandıranlar bile oldu. Bir zamanlar mektup yazanlar, bayram tebriği atanlar bir nesil geçmeden telefon ve internet üzerinden tüm geleneksel ilişki biçimlerini alt üst eden bir dönemi çok kısa bir süre içinde yaşadılar.
Stratejik teknolojiye dayalı üretim alanlarında çivi bile çakamayan Türkiye acaba neden iletişim alanında bu denli büyük atılım yapabilmişti? Bu soruyu, “neden bu alanda gelişmesine verildiği”ni. sormadan açıklayıcı bir izah yapmak mümkün değil.
Özal politikaları Türkiye'nin küresel finans sistemine entegre edilişini temsil eder. Küreselleşmek her şeyden önce finans kapitalizminin ulusdevlet sınırlarını aşındırarak/aşarak serbestçe hareket edebilmesi demektir. Bu bağlamda Türkiyenin sisteme entegre edilebilmesi için belli alanda alt yapı sorunun çözülmesi gerekiyordu. Özal döneminde gerçekleşen “enformasyon devrimi” denilen efsanenin temel amacı borsadan özelleşemeye , bankacılık sektöründen tüketim çılgınlığının pompalanmasına imkan sağlayacak alt yapının kurulmasıydı. Bu alt yapıyı kendi başına “mutlak kötü” ya da “mutlak iyi” olarak nitelemek araçsallığı tabu haline getirmek anlamına gelir. Önemli olan bunun ekonomipolitiğidir ve bu bağlamda bir ülkenin, halkın öncelikleri açısında yapılanların ne değer ifade ettiğidir.
Bu dolaylı girişi yazmamın nedeni, İstanbul'dan yüreğini ve bilgisini taşıyarak Afrika'nın en unutulmuş köşelerine yardıma giden doktorlardan bir vesile ile bu hafta sonu dinlediklerim. “Yeryüzü doktorları” organizasyonuna gönüllü katılarak Afrika'da sağlık çalışmasına katılan bir doktorun anlattıkları, orada yaşanan insanlık durumu hepimizi vicdanımızla yüzleşmeye çağırıyor ister istemez. Afrika'da doktor gözüyle şahit oldukları kadar olmasa da başka gözle dünyanın farklı bölgelerine bakma ve görme imkanı bulmuş biri olarak anlatılanların ve anlatılamayanların ne anlama geldiğini kavrayabiliyorum.
Burada söz etmek istediğim gördükleri karşısında adeta bir tür 'bilinç travması' anlatıcının gözlemleri, yorumları. Batı ile kurduğumuz ilişkiyi derinlemesine nüfuz etmeden, slogan düzeyinde bir karşıtlık ilişkisine indirgeyen, entelektüel temeli tartışmalı gençlik tepkisi düzeyinde kalan hemen herkesin yaşayacağı türden daha önceki kanaatlerini sorgulayan bir şok vardı. Afrika'da gördükleri karşısında ister istemez şu yorumu yapıyor doktor: İyi ki Fransızlar oraya gitmiş ve kolonileştirmiş. Yoksa ne yol ne su ne medeniyet tanıyacaklarmış. Oryantalistler de böyle düşünüyor, türünden itirazıma karşılık gördüklerinin şoku altında devam ediyor. “Müslüman olmuşlar ama medeniyet adına hiçbir şey geliştirmemişler. Avrupalılar gelinceye kadar üzerlerinde elbise denilecek giysi bile yok, su, sağlık, yol, eğitim gibi medeniyet adına hiçbir şeye sahip değillermiş. Fransızlar sayesinde hiç olmasa bazı nimetleri tanımışlar, öğrenmişler.” Ve arkasından “sol jargonun etkisiyle, tanımadan batı emperyalizminden, sömürüden bahsederek batı medeniyetini tümüyle dışlamışız.”
Bu itiraflarda gerçeklik payı yok değil. Birazcık sömürgecilik tarihinden haberdar olanlar beyaz kolonizatörlerin Afrika'nın ortasına neyi ne kadar ve niçin götürdüğünü bilirler.
Bu “medeniyet götürme” işinin modern versiyonlarını bilenler için kıyaslama yapmak hiç de zor değil. Avrupalı sömürgecilerin (çağımızda Amerikan ve Rus sömürgeciliği de ilave edilerek) yüksek hayat seviyesini tutturmalarının bedeli olarak yapılan küçük yatırımların oranın ihtiyacından çok kendi zenginliğine yapacağı katkı asçısından elverişli hale getirilmeye yönelik oluşu bile kolonyalist siyasetin mantıksal sonucudur. Nasıl ki klasik sömürgecilik için gittiği ülkede bu işe uygun ve teşne eğitilmiş bir sınıf-zümre ve alt yapıya (yol, liman vs) ihtiyaç varsa küresel kapitalizmin yeni coğrafyaları eklemleyebilmesi için de iletişim altyapısına ihtiyaç olması ve bunun inşa edilmesinden tabii ne olabilir?
Bu alt yapıyı kuran sistemin, medeniyetin gerçekten insani olup olmadığı sorusuna buğün çok açıklayıcı cevap vermek düne göre daha kolay. İnsanlığın geleceğinden çalarak imkanlarını Avrupa'ya taşıyanlar bugün insanlığın geleceğinden çalarak tüketim iştahasını tatmin adına “medeniyet götürdükleri” toprakların birikimini tüketirken karşılığında verilenleri insanilik adına yazılabilir mi? Aynı mantık, spekülasyona dayalı finans kapitalizmi daha çok kar edinmek adına uyguladıkları ekonomik politikaların bedelinin tüm dünyaya ödetilmesi Afrikalı çocukların Avrupalı elbiseden mahrum bırakılmasından daha insani olduğu söylenemez.
Teknolojiye sahip olmak tek başına bir medeniyet değeri değildir. Medeniyet varoluşsal bir duruşla dünyaya verilen şekil, insana getirilen yaklaşımın tezahürüdür. Bütüncül bir insan, kainat, varlık, yaratıcı tasavvurunun somutlaşmış halidir. Bu tasavvurdan mahrum bir medeniyetin maddi tezahürleri sonuçta felaketle sonuçlanıyor. İkinci dünya savaşından sonra Amerika'nın sürdürmeye çalıştığı temel strateji şudur: dünya nüfusunun yüze 10'dan daha az nüfusuyla yeryüzü kaynaklarının yüzde 50'sine sahip olmasıdır. Bu oran günümüzde yüzde 40'lara inmiştir. Dünyayla kurduğu ilişki böylesine adaletsiz ve çarpık olan güç insanlığa ne sunabilir. Kendi halkının tüketim alışkanlığını koruma adına insanlığın felaketini umursamamak. İngiltere bile son krizin bedelini, açıkca tehdit ettiği Arap ülkelerine ödetiyor.
İslam medeniyetinin farklı medeniyetlerle ilişkiye geçmede hiçbir zaman sorunu olmamıştır. Bizim itirazımız; farklı kültürleri aşağılamak, ötelemek değil adaletsiz bir dünya sistemini insanlığa dayatan medeniyet anlayışınadır. Bununla hesaplaşmadan alternatif geliştirilemez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.