Tehlikeli bir taktik…
Amerikan başkanlık seçimleri ve doğalgazla başlayıp elektrikle devam edeceği daha şimdiden ilân edilen zamlar ve hayat pahalılığı arasında, bazı Güneydoğu il ve ilçelerinde başlayıp İstanbul’a sıçrayan olayların dehşeti yeterince okunamıyor.
Oysa çocukların öne sürülerek polise taşlarla saldırılması, “sivil itaatsizlik” adı altında ırkî ayırıma dayalı “kalkışma”ya gidilmesi; ve hele terörü kınaması beklenen DTP’nin açık açık PKK’nın yanında yer alıp propagandasını yapmaktan çekinmemesi, terörden daha dehşetli bir vahâmet.
Sokak aralarından gelen “molotofçular”ın ev ve işyerlerini yakmaları, metruk binalarda eğitim gören gençlerin 100 lira karşılığı araçları ateşe vermeleri, Türkiye’nin asla alışık olmadığı, dehşet manzaralarından…
Buna mukabil, vatandaşlara “sabır” tavsiye etse de Başbakan’ın, “Vatandaşın mağazasının camlarını indirir, hayatına kastederseniz, vatandaş elinde böyle bir tedbiri varsa kendini savunma yoluna gidecektir” sözüyle vatandaşların sokak eylemlerinde anarşiye doğrudan karşılık vermesini âdeta “tabiî” görmesi, işin en vâhimi…
Başbakan belki de “vatandaşın kendini savunması”nı, “caydırıcı” olarak kullanmak istiyor; terörü ve çatışmayı mahalle aralarından, meydanlara, şehirlere taşımak isteyen terör örgütüne bir nevi “gözdağı” vermek istiyor. Ancak halkın infialinin nerede biteceği belli olmayan fevkalâde “tehlikeli bir taktik” olduğunu hesaplamıyor…
Tıpkı yurtdışında “velev siyasî simge de olsa” çıkışıyla girilen girdapta kanunsuz başörtüsü yasağını “yasakçılar”ın nezdinde “yasallaştırmaya” ve daha da yaygınlaştırmaya âlet edilen yanlış söylemi gibi…
“DÜŞMANLARIN PARMAK
KARIŞTIRMALARINA
ZEMİN HAZIRLAMAK…”
Oysa ecnebî senaryolarıyla tahrik edilen, yabancı istihbarat servisleri emrindeki bölücü terör örgütünün aradığı da bu değil mi?
Bunun içindir ki, ortak inanç, tarih, kültür beraberliği temellerine dinamit atılması Marksist-Leninist terör örgütünün işine geliyor. Otuz yılda otuz bin insanın ölümüne sebebiyet veren ve ifsad odaklarının tetikçisi olduğu belirtilen örgüt başının hücresinde kötü muamele gördüğü şâyiasıyla ortalığı savaş alanına çevirmeye çalışıyor…
Zira, ülkeyi kargaşa ve kaosla iç çatışmaya itme emelinde olan mihrakların provokasyonlarla yapmak istediği de bu...
Plân, geçmişte hâriçten pompalanan “sağ- sol kavgası”nda olduğu gibi, halkı etnik ayırım üzerinde karşı karşıya getirtmek; terör unsurunu pazarlık konusu yaparak kullanmak…
İç ve dış mihrakların proje ve telkinleriyle, terör üzerinden “siyasallaşma” oyununu oynamak. İşbirlikçileri aracılığıyla, “bir câninin cinâyeti yüzünden, taraftarlarını, akrabalarını”, aynı siyasî görüşe mensup olanları hedef almak. Karşılıklı kutuplaşma ve kamlaşmayla kardeş kavgasını kışkırtmak…
Kısacası Bediüzzaman’ın, “vatan ve millet için gayet büyük bir tehlike” olarak haber verip devrin Başbakanı merhum Adnan Menderes’e yazdığı mektupta dikkat çektiği, “hayat-ı içtimâiyeyi (toplum hayatını) tamamen zîr ü zeber (darmadağın) eden bir zehirdir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır” diye ikaz ettiği “pek dehşetli” olaylar, ırkî iftirak (ayrılık) fitnesini daha da azdırıyor. (Tarihçe-i Hayat, 534)
Bundandır ki, Bediüzzaman, bir asır önce, kavmiyetçiliğin vatan ve millet için tehlikeli ve tahripkâr oluşunu ikaz eder. Kur’ân’ın, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”, birisinin hatasıyla en yakını, çoluk çocuğu mesul olmaz mânâsını ihtar eden Kur’ân’ın hükmünü hatırlatır. Bu “gâyet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garâza ve mukabele-i bilmisile mecbur eder” diye bu tür provokasyonlara dikkat çeker.
“LAİK KEMALİST KÜRT
DEVLETİ” PROJESİ…
Bu arada, Cumhuriyetin ilânından dokuz ay önce M: Kemal’in, 16 Ocak 1923’te İzmit Kasrına davet ettiği dönemin dokuz gazetecisine, “yazılmamak” kaydıyla söylediği, “Hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” sözünün yer aldığı Can Dündar’ın “film”nin, Kuzey Irak’ta “kukla devlet” ve Güneydoğu’da “federasyon” taleplerine denk gelmesi, işin bir başka ilginç yönünü ortaya çıkarıyor.
Bir yandan, 1925’te dayatılan “Şark Islahat Plânı”na göre Türkiye Cumhuriyetinin resmî kurumlarının ve okulların yanısıra işyerlerinde, hatta çarşıda ve sokakta, başkalarının duyabileceği şekilde Kürtçe konuşmaya para cezası getirilmesi”, “Kürtlerin Kürtçe konuşmalarının yasaklanması”, 1934’teki “yurtta dil, kültür ve kan birliği temini” teziyle çıkarılan Mecburî İskân Kanunuyla Türkiye’nin “mıntıkalar”a taksim edilerek vatandaşların göçe zorlanması…
Diğer yandan, terör örgütünün etnik kışkırtıcılıkla ayırımcılığı alevlendirdiği esnada kimilerine göre Can Dündar’ın “Atatürk’ü göklerden dünyaya indiren” filmindeki, “Güneydoğu’ya ‘gizli’ muhtariyet mesajı” çelişkisi. Bu arenada sık sık “Atatürk’e hayranlığı”nı dile getiren terörist başı Öcalan’ın ve Marksist- Leninist ideolojiden gelme terör örgütünün “Atatürk’ü örnek alan ‘laik Kemalist Kürt devleti” projesi…
Ve bunların üstünde Bediüzzaman’ın, daha Osmanlının son devrinde, “Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır” deyip, “Kürdistan’a verilecek muhtariyet”in Kürdleri ecnebî himâyesi altına sokacağını uyarması.
Tefrikanın “bir zemb-i azîm” (büyük bir günâh) olup “on dört asır evvel ölmüş asabiyet-i câhiliyeyi (ırkçılığı) ihya ve fitneyi ikaz (tahrik) edeceğini”, “meyl-i iftirak marazı”yla (ayrılık fikri hastalığıyla) kavga ve keşmekeşle ülkeyi cehenneme çevireceğini haber vermesi…
Türkiye asıl bunu tartışmalı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.