Bir başka ‘10 Kasım’ın 70. yıldönümünde..
Dün, önemli bir günün 70. yıldönümüydü.. Hayır, hayır; hemen 10 Kasım’dan sözettiğimi zannetmeyiniz.. (Ki, o zaman Kasım adı kullanılmıyordu, İkinci Teşrin veya Teşrin-i Sâni’ deniliyordu.. Bu ay isimlerinin değiştirildiğini hatırlamayanlarımız, yıllar sonra, Türkmenistan eski lideri Safer Murad Niyazof’un ay isimlerini değiştirmesiyle gırgır geçeceklerdi..) 10 Kasım deyince, Türkiye’deki insanlar 70 yıldır, daha çok da bir ölüm gününe kurgulanmış oldukları için, ogün meydana gelen çok büyük bir hadisenin farkına bile varmadı. Halbuki, o gün, arkasından ne büyük facialar getiren bir facianın yıldönümüydü de..
Evet, 9 Kasım gecesi, dünya tarihinin önemli günlerinden biriydi ve dünya 10 Kasım 1938 sabahına gözlerini açarken, Türkiye’deki insanların ilgilendiği bir liderin ölümünden çok daha başka birşeyle şoke oloyordu. Evet, 9/10 Kasım 1938 gecesi, dünya tarihinde, ‘Reichskristallnacht’ (imparatorluğun kristal gecesi) olarak yerini alacak ve o gece yükselen kara dumanlar, II. Dünya Savaşı’nın bir uğursuz habercisi olarak algılanacaktı.. Çünkü, o gece, Almanya’da bir gecede, 267 sinagog yakılmış ve yahudilere aid yüzlerce işyeri, dernek vs. de tahrib edilmiş, yahudiler binler halinde toplama kamplarına götürülmüş Ve bütün bunlar resmî himayeyle ama, bir ‘volkszorn/ halk öfkesi /hışmı’ adına yapılmıştı.
Ama, bu, dünyaya hele de bizim dünyamıza pek yansımamıştı.. Halbuki, bugün, Filistin’de 60 küsur yıldır yaşanan facianın temelinde o cinayetlerin de rolü vardı.. Çünkü, Osmanlı’nın tarih sahnesinden atılmasından sonra, Filistin’i işgal eden ingilizler, o toprakları, ‘Balfour Beyannâmesi’ ile, göç edebileceği bir yer olarak yahudilere açmışlar, ‘başkalarının toprağını başkalarına peşkeş’ çekmişler ve Hitler Almanyası’nın ‘anti-semitik’ (yahudî düşmanlığı) hışım/öfke dalgasından canlarını kurtarabilen yahudi kitleler, dünyada sığınacak bir yer ararken, Filistin’e daha bir yönelmişlerdi. Çünkü Filistin ve bütün arab diyarı işgal altındaydı.
Ne kadar esef ve elem verici, gayriinsanî bir tablodur ki, hristiyan toplumlarının bünyesinde, asırlar boyu bütün sosyal hastalık ve rahatsızlıkların mikrobu olarak görülen ve nice ‘pogrom/ holocaust/ soykırım’lara mâruz kalan yahudiler, kendilerine yapılan o zulümleri, üstelik kendilerine asırlarca hep kucak açmış olan müslümanlara karşı Filistin’de tekrarlamaya koyuldular.. Ve bu o cinayetkârlık ruhu, hükmünü hâlâ da en kanlı şekilde icra ediyor..
Halbuki, müslümanların asırlarca, yahudileri korumaktan başka bir günahı yoktu..
*Geçen ay, Frankfurt Kitab Fuarı’nda dolaşırken, İstanbul’daki bir yahudi yayınevinden iki yahudi hanımla sohbet ettik, Dr. O. Nuri Hasırcı’yla birlikte.. ‘Türkiye Sinagogları’ diye güzel baskılı bir kitab gösterdiler. İlginçti..
Sinagoglar, iç düzenlemeleriyle kiliselerden çok câmilere benzer.. Hiçbir heykel veya resim bulunmaz, içinde..
O hanımlardan birisi, ‘yahudiyim ama, dine o kadar bağlı değilim..’ diyordu.. ‘Müslümanların hepsi dinlerine nasıl bağlı değilse, öyle.. ‘ diye ekliyerek.. Ama, arkadaşının dindar olduğunu söylüyordu.. Esasen, onun da daha bilgili olduğu görülüyordu.. Câmi ve sinagogların iç düzenlemesindeki bu benzerliği hatırlattığımda, ‘Tabiî, bizim dinimizde, eğer ibadetimizi yapacak bir münasib yer bulamazsak, Kilise’de ibadet etmemize izin verilmez, ama, mescidlerde ibadet etmemiz tavsiye edilir..’ dedi.. Sonra, Trakya’daki bir câmiin resmini gösterdi.. Önünde kocaman bir tabela ve ‘Havra Câmii’ (!?) yazısı görülüyordu..
‘Ne demek Havra Camiî ?’ dedik, izah etti.. O mekan, eskiden ‘havra’/ sinagog imiş, o mıntıkada hiç yahudi kalmayınca, terkedilmiş, bir harabeye dönüşmüş.. O harabe haline aid fotoğraflar da vardı.. Ve sonra, o mekân onarılıp bir camie dönüştürülmüş.. Yahudi hanım, orada hiç yahudi kalmadığını, bu yüzden o mekanın camie dönüştürülerek bir mâbedin kurtarılmış olması ve aslî hedefine yönelik bir hizmete devam etmesi açısından bunu bir de sevindirici bulduklarını söyledi.. İlginç bir yaklaşımdı bu.. Ve dahası, o dindar yahudi hanım bir sitemini de ekledi: ‘Cumhûriyet dönemi, bizim eski Osmanlı kültürümüzü mahvetti.. Toplumda eskiden olmayan bir yahudi düşmanlığı oluştu, bu dönemde.. ’
Bu tamamen yanlış bir tesbit olmasa gerek.. Sadece yahudilere değil, bütün gayrimuslim unsurlara karşı, laik Cumhuriyet döneminde, halkımız eskiden sahib olduğu hoşgörülü tavrını yitirdi.. Bunda, yerli gayrimuslim unsurların yabancılarla sıkı bir dirsek temasına geçmesinin ve keza, emperyalist dünyanın alkışlarıyla gerçekleştirilen laik uygulamalarla müslümanlara ve İslam’a yapılan tasavvur edilemez cinayetlerin rolünün olduğu da görülmelidir..
Nitekim, onlara, bu düşmanlığın, müslüman halkın kendi inancına karşı işlenen zulüm ve cinayetlerin bir çoğunun içinde bazı yahudilerin de etkili olmasına bir tepki olup olmadığını düşünmelerini söylediğimde, o konuya girmek istemediler.
Tamam, yahudilerin binlerce yıl süren mücadeleleri ilginçtir.. Ama, bugün, üstelik de kendilerine hep kol-kanat germiş olan müslümanlara Filistin’de uyguladıkları zulmün izahı nedir? ‘Hristiyanlar biz yahudilere zulmetmişti, bizim onlara karşılık verecek gücümüz yoktu, biz de müslümanlara zulmediyoruz, n’apalım, hayat bu..’ diyorlarsa, yahudiler bilmeliler ki, müslümanlar onlara zulmetmese bile, siyonist yahudilerin cinayetkârlıklarına karşı çıkmadıkları müddetçe, onlar daha çok acı çekerler..
*İTTİHAD-TERAKKİ’CİLER, SİYONİST YAHUDİLERİN ETKİ ALANINDAYDI!
Bu noktada bir konuya daha değinmek gerekiyor.. M. Kemal, daha sonra, İttihad-Terakki içindeki eski liderlerinin, büyüklerinin etkisini kırmak için onlara karşı mücadele vermiş olsa bile, 1905’lerden itibaren İttihadçı idi ve hattâ, subay olarak bulunduğu Derne- Bingazi yöresinden, İttihad-Terakkî’nin 1909-Selanik Kongresi’ne Derne delegesi olarak katılmıştı.. Ve İttihad-Terakkî’nin beyin takımı, milâdî 19. yüzyılı kasıp kavuran ve hayatta, en hakikî mürşidin tecrübî ilimler olduğunu ileri süren pozitivizm/ materyalizm akımının ve onun pîri olan ‘August Comte’un geliştirdiği felsefî cereyanın etkisindeydi.. Ve o kadrolar, genel yapıları itibariyle, vahy-i ilahîye dayalı bütün dinlere karşı bir tavır içindeydiler; sadece M. Kemal değil.. Ama, M. Kemal, taa çocukluğundan beri, sabetaistlerin eğitiminden geçerek yetiştirilmişti.. -Her şeyi sabetaistlere yüklemenin kendi ahmaklığımızı kabul manâsına geleceğini unutmadan ve her taşın altında bir sabetaist aramaya kalkışmadan,- bu cereyanın etkisini görmezden gelmenin yanlışlığını da hatırlayalım..
M. Kemal’in, Selanik’te ilk öğretimine bir sabetaist (ve asıl adı ‘Simon/ Shimon Zwi) olan Şemsî Efendi’nin Mekteb-i Fevz-i Sibyan’da, (Fevz Çocuk Mektebi’nde) başladığını hem Ilgaz Zorlu isimli bir ‘sabetaist’, ‘Evet, Ben Selanikliyim’ adıyla yazdığı kitabında delilleriyle ortaya koyar ve hem de tarihçi Prof. İlber Ortaylı, ‘Osmanlı Modernleşmesi ve Sabetaycılık’ isimli kitabında, M. Kemal’in öğretmeni olan işbu Şemsî Efendi’nin Sabetay Zwi (Sevi) soyundan geldiğini belirtir.. Bu cereyanın tarihimizde eğitim yoluyla elde ettiği etki gücü de unutulmamalı ve ibret alınmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.