Gün doğmadan önce
Gün doğarken öldürülen yüzbinlerce insan, zindanların korkunç duvarları, toprağı duman duman bir Avrupa, milyonlarca ceset, hepsi aynı Avrupa'nın çocukları, bütün bunlarla ne kazandık? Birkaç yeni düşünce ki, onların da, kimilerimizin daha iyi ölmesine yardım etmekten başka bir yararı olmayacak belki. Evet, bu, umut kırıcı bir şeydir. Ama biz, bunca haksızlığa layık olmadığımızı kanıtlamak istiyoruz.”
Albert Camus, bu sözleri İkinci Dünya Savaşı sırasında söylüyor. Bir Alman dostuna yazdığı mektupta…
Fakat aynı cümleyi biz bu gün güya savaş ortamı dışında yaşayan bir ülkenin insanı olarak kursak yadırganır mı?
Ölüm üzerine düşünmek, onun hakkında fikir sahibi olmak, bu bağlamda ölümle haşır neşir olmak bir şey, fakat her an öldürülme korkusuyla yaşamak çok daha başka bir şey…
Dostoyevski, tam da bu bağlamda ölüm cezasının adil olmadığını ileri sürüyordu. Cinayet olayında maktul bir kerede öldürülür; ölüm, maktulün beklediği bir sonuç değildir. Ölüm gelir ve biter. Oysa, diyordu o, ölüm cezasıyla yargılanan biri her gün ölümü bekleyerek hayatını sürdürür. Dolayısıyla o, her an ölür ya da öldürülmüş olur. Ne ki, burada, insanların yaşadığı ortamın onları suça hazırlayıp hazırlamadığı sorguya çekilmeden ceza (kısas) üzerine karar vermenin doğru olmadığı kanısındayım.
Savaşın ölümcül ortamından çıktıktan sonra insan kendini bir başka dünyaya adamak isteyecekti belki. Belki. Ne ki, bu belki birden farklı bir gerçeğe dönüştü ve savaş ortamı birden fuhşun ve zinanın ve öldürmenin sokak ortasında işlendiği bir modern zaman yaşantısına dönüştü. Bütün bu istenmeyen olayların ardında, biz hâlâ geçtiğimiz yüzyılın çehresini karartan iki büyük dünya savaşının izinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bunlar, bir bakıma artçı şoklar.. sarsıntı birden durmuyor. Yavaşlayarak, alıştırarak duruyor. Artçı sarsıntıların her biri kendine özgü hasarı da terkisinde sürüklüyor.
70 yıl önce milyonlarcasından bahsedilen ceset sayısı acaba şimdi kaça yükseldi dersiniz? Kore, arkasından Macaristan, Polonya, Çekoslovakya, Vietnam, İran/Irak savaşı, Körfez savaşı, şimdi sürmekte olan Irak işgali, Afganistan'ın ilkin Ruslar, arkasından Amerikalılar tarafından işgali, ve daha neler neler.. acaba ceset sayısı kaç milyona yükseldi? Postmodern dönemin bir özelliği de olayları sayıların mihengine vurmaktan kaçınmak mıdır acaba? Modernlikten tevarüs edilmiş sayı fetişizmi terk mi ediliyor dersiniz?
İnsanlık, ilerde geçmişiyle övünürken arkasında bıraktığı ceset sayısına mı dayanmak isteyecek? Bütün bu döküntüler, bu zina, fuhuş, hırsızlık, emniyeti suiistimal, alkolizm, AIDS.. bu iki dünya savaşının artıkları mı insanlığın övüncü olacak? Ceset sayısı mı kazanç sayılacak? Yoksa sayıyı göz ardı edip ceset toplamına yığın mı denilecek?
Kazanç sayılan birkaç kıtipiyoz düşünce kırıntısı için değer mi?
Yoksa ceset sayısını yüz karası sayacak olan yeni bir günün doğmasını mı bekleyeceğiz? Gün doğmadan önceki zaman dilimi mi yaşanıyor şimdi, nedir?
Belli mi?
Henüz doğmamış günün doğup doğmayacağı belli mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.