Kişisel Gelişim’in karanlık ‘Benlik’ çukuru
Kişinin kendi varlığını ifade eden tekil birinci şahis “Ben” zamirini son dönemlerde ne de çok kullanmaya başladık! ‘Ben’le oturup ‘ben’le kalkar olduk. ‘Ben’ olgusuna ne kadar vurgu yaparsak o kadar yüceleceğimizi sanmaya başladık.
İnsana bahşedilen benlik emaneti, şahsiyet şuurudur; hakikati tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır. Bu anlamda ‘benlik’in önemini inkâr ediyor değiliz elbet, kastımız da bu değildir zaten.
Lâkin, tevâzunun zıddı, tekebbürü ifade eden ve dinimizce kınanmış marazî benliktir maksadımız olan. Hani kişisel gelişim gurularının güya insana özgüven kazandırmak için şişirdikleri ‘ego’ var ya, işte o.
“Ben yaparım!”, “Ben mükemmelim!”, “Ben kusursuzum!” böbürlenmeleri.. Benle başlayan ve arkasından nefs-i emmâre’yi tezkiye eden üstünlük yakıştırmaları!..
Yüceltilen ‘ego’, büyüklük kuruntusuna tutulmuş megaloman kişiliklerin ürediği zeminin adresidir. ‘Ego’nun bu karanlık atmosferinde kişilik inşa etmeye çalışanlar, nefislerini sürekli büyütmek durumunda kalırlar. Nefisler büyütüldükçe de diğerleri küçülür/küçültülür. Kendi gözlerindeki merteği görmeyen ama başkalarının gözündeki çöpü şehvetle gören çağdaş müslüman tipolojisi, neyin ürünü sanıyorsunuz?
Ego, zamanla hayatın kıblesi olur. Her şeye ben merkezli bakan ve onları benliği etrafında örgüleyen bir çıkmaza saplanır insan. Kendini aşmayı değil, aşılmaz dağ görme vehminin şeytânî bir sıfat olduğunu göremez bile.
İblis’in Âdem’e secde etmeyi reddetmesinin temelinde de ‘ego’ dürtüsünün kurduğu hâkimiyet vardı. Egosunu tatmin etmek için bâtıl tevile müracaat etmeyi ihmal etmemişti İblis. İnsan da Şeytan’ın iğvasına kapılınca en olmaz tafralarını tevil yoluyla meşrulaştırmaya gitmez mi?
Bugünlerde çok şâhit olduğumuz nefse medhiyeler dizmek, onu haksızca şişirmek ve diğerleriyle üstünlük yarışına girmek gibi türü davranış bozuklukları, bir mü’minin sıfatı olamaz.
Allah Teâlâ; “Siz nefislerinizi övmeyiniz/tezkiye etmeyeniz.” (Necm: 32) buyurmaz mı? Bu âyet Kur’an’da dururken nefsini tezkiye etmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir müslümanın durumu, ancak şuurunun bulanık olmasıyla açıklanabilir.
Bizim din algımızda ve amel hayatımızda, tâ başından beri, tevâzu ve mahviyet en büyük ahlâkî hasletlerimizden olmuştur. Bu sadette selef-i sâlihînin hayatında o kadar örnek davranış var ki, hangisini zikredesin!
Hz. Ömer’in omuzunda kırba, su taşırken gören bir sahabinin şaşkınlığını hatırlayalım: Hani, “Bu ne hâl ey Allah Rasûlü’nün halifesi!” diye sormuştu. Hz. Ömer de: “Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti, içimde şöyle böyle birşeyler hissettim, o hissi kırmak istedim” demesi meselâ..
Halifelerin minberde nefislerini kınamalarını, valiliği döneminde Hz. Ebû Hureyre’nin bazı muhtaçlara sırtında odun taşımasını; Hz. Ebu Zerr’in affedilmek için başını Hz. Bilâl-i Habeşî’nin ayağının altına koymasını ve daha nice mahviyet örnekliğini hatırlayalım..
Farkındayım. Bunlar, kişisel gelişim öğretilerinin kabullenemeyeceği; hem mütavazi hem de vakûr olmayı ama asla büyüklenmemeyi öğreten İslâm medeniyetinin ürünleridir.
Hz. Ebû Hureyre’den rivâyet edilen şu hadis, hem mütevazi hem de vakûr olma dengesini tutturmanın sırrını açıklar: Allah Teâlâ hazretleri şöyle dedi: “Büyüklük ridamdır, izzet de izarımdır. Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azab veririm.” (Müslim: 8/35, hn. 6846)
Büyüklük ve mükemmellik Allah’a mahsustur. İnsan ne büyüklükte ne de mükemmel olmakta Allah’la bir ortaklığa sahip değildir. Bu hakikati benliğine yediren insan haddini bileceği için ontolojik güvenini de elde eder.
Lâkin, ontolojik özgüvensizlik yaşayan modern insan, bunu, egosunu şişirerek aşmaya çabalıyor, hem de gelişimci guruların terennüm ettiği benlik melodisinin büyülü ritminde.
Söz ve fiillerde aşırı gitmeyi, benliği şişirerek sanal bir dünyada uçurmayı, başarının ve mutluluğun anahtarı olarak algılar. İşin özünde biribirine taban tabana zıt iki dünya görüşünden bahsediyoruz burada. Biri tevâzuyu diğeri kibri; biri mahviyeti diğeri egoyu şişirmeyi öğretir..
Efendimiz (s.a.v) şöyle der: “Söz ve fiillerinde ileri gidip hadleri aşanlar helâk olmuştur.” (Müslim: 8/58, hn. 6955, Abû Davut: 4/330, hn. 4610)
Davranışlarımıza yön verirken referans kaynaklarımızı unutuyoruz gibime geliyor. Bize öğretilenlerin ne kadar İslâmî olduğunu sorgulama gereğini fazla hissetmiyoruz. Bundan dolayı da duruşumuz, iddiasında bulunduğumuz değerler sistemine aykırı olabiliyor.
Önce kendime sonra da siz okurlara Kur’an’ın iki âyeti celîlesini hatırlatarak noktayı koyalım yazıya:
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez cahil kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) “Selam!” der, geçerler.” (Furkan 63)
“Onlar mü’minlere karşı şefkatli, rahmetli ve tam bir mahviyet içindedirler.” (Fetih 29)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.