Sorun şeriatta değil, şeriat devletinde
Deniz Baykal’ın son haftalarda dillerden düşmeyen ‘çarşaf açılımı’na karşı bayrak açan CHP İstanbul Milletvekili Prof. Necla Arat, itirazını ‘şeriat’a olan tepkisiyle açıklamış. Sabah gazetesine verdiği söyleşide şöyle demiş: ‘Kara çarşaf şeriatı simgeliyor. Ben şeriatla mı uzlaşacağım?’
Evet, uzlaşmalı. Daha doğrusu, insanların şeriata göre yaşamayı seçme hakkına saygı göstermeyi öğrenmeli. Tabi eğer demokrasiye ve özgürlüğe inanıyor ise...
Ne demek istediğimi anlatayım. ‘Şeriat’, biliyorsunuz, sadece Sayın Arat’ın değil, onun gibi düşünen milyonlarca Türk’ün gözünde en büyük öcü. Bir taraftan ‘yüce din duygularına’ saygılarını ifade ediyor, ama bu duyguların Müslümanlar açısından hayata geçiriliş biçimi olan ‘şeriat’ı ise her fırsatta lanetliyorlar.
Şeriat, İslam’ın birey ve toplum hayatına getirdiği kuralların bütünü. Dolayısıyla namaz kılmak, oruç tutmak veya zekat vermek de şeriatın birer parçası. Aynı şekilde şeriat, farklı çaplarda da olsa, hem kadınlar hem de erkekler için ‘tesettür’ öngörüyor. Bu örtünmenin ‘çarşaf’ mı, ‘türban’ mı, hatta bazı modernist yorumlara göre bunlardan çok daha azını mı gerektirdiği ise, Müslümanlar arasında bir tartışma konusu. Herkes hangi yoruma ikna olduysa ona göre yaşıyor. Aynı şekilde şeriata göre banka faizinin haram olduğunu düşünenler, ‘kárdan pay’ veren finans kurumlarını tercih ediyor.
İşte tüm bunlar - ve ‘İslami hayat’ için gerektiğine inanılan daha pek çok bireysel uygulama - ‘şeriat’ın unsurlarıdır ve özgür bir ülkede bunların serbest olması gerekir. Zaten Batı ülkelerinde de öyledir.
Fakat eğer bazı Müslümanlar kalkar da, ‘biz şeriata göre yaşamak istiyoruz, ama başka herkesin de öyle yaşamasını istiyoruz, onun için de şeriatı modern devletin hukuk sistemi haline getireceğiz’ derse, işte burada haddi aşmış olurlar. O zaman gerçekten bir ‘şeriat tehlikesi’ ortaya çıkar; çünkü talep edilen şey otoriter, hatta totaliter bir devlet modelidir. Bu diktatörlük, mümkün olan türlü şeriat yorumlarından sadece birisini (çoğunlukla da en katısını) alıp herkese zorla dayatacağı için de, aslında ‘İslami’ değil, ‘kafasına göre İslami’ bir modeldir.
Bu tehlike hayali de değildir. Suudi Arabistan ve İran’da iktidardır. Daha birçok ülkede de ortaya çıkan ‘İslamcı hareket’ler, şeriata dayalı bir devlet düzeni hedeflemiş, bazıları bunun için silahlı mücadeleye girişip kan dökmüştür.
İşte sorun söz konusu ‘şeriat devleti’ projesindedir; şeriatta değil. (Zaten aslında sorun ‘ideolojik devlet’in her türlüsündedir.) Müslümanlar, ‘demokratik ve çoğulcu bir düzen içinde biz mümkün olan şeriat usullerine göre kendi kendimize yaşayacağız’ diyorsa, bunda hiçbir ilkesel problem yoktur. Britanya’da bu ‘şeriat seçimi’nin hukuk alanında bile kısmen hayata geçirilmesi tartışılıyor zaten son yıllarda.
Peki Türkiye’de durum ne? Sosyal araştırmalar, ‘şeriat devleti’ isteyenlerin toplumun yüzde 7’sini geçmediğini gösteriyor. Yani ortada ciddi bir tehlike yok. Ama çok daha geniş bir kesim, ‘ben İslam’ın kurallarını, onları anladığım biçimiyle, elimden geldiği kadar kendi hayatımda uygularım’ diyor.
Oysa laikçiler buna da karşı!.. Çünkü tüm vatandaşların, kendi benimsedikleri ‘laik yaşam biçimi’ne zorla geçirilmesi gerektiğine inanıyorlar. Bu dayatmayı kabul etmeyenlere ‘Atatürk Türkiyesi’nde sizin gibilere yer yok!’ diye ültimatom veriyorlar. ‘Türbanlılar’ yüzünden ‘Cumhuriyet’in imajının bozulduğundan’ da yakınıyorlar; sanki insanların var olma amacı bir devlete dekorasyon malzemesi olmakmış gibi.
Bir başka deyişle, laikçilerin kafasındaki ‘laik devlet’ aslında bir ‘laik yaşam biçimi devleti.’ Ve bunun da despotluk açısından ‘şeriat devleti’nden pek aşağı kalır bir yanı yok.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.