Özgürlüklerin 'Kilit Taşı' başörtüsüdür!
Her şey, 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısıyla başlamıştı. Cumhuriyet tarihinin en uzun süreli (9 saat) MGK toplantısında askerler sivil hükümete 18 maddelik bir yaptırım listesini dayatmışlar ve bu olay tarihe “28 Şubat Postmodern Darbesi” olarak geçmişti.
MGK bildirisi(4.madde); “Toplantıda bilhassa, anayasa ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı çağdışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler”in gözden geçirildiğini, “Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda... Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmemesi gerektiği”ni belirtiyor ve “Türkiye’de laikliğin... bir yaşam tarzı olduğu”nun altını çiziyordu.
Ardından ünlü 18 maddelik dayatma basına sızdırılmıştı; “askerler hükümetten bunların titizlikle uygulanmasını” istiyordu. İslâmi varlığı azaltmaya yönelik maddelerin kıyafetle ilgili olanı şuydu:
“13-Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.”
Türkiye’yi ‘çağdışı bir görünüme yönelttiği’ iddia olunan kıyafetler elbette flû tanımlamalardı, ama ‘laikçi’ literatürde bunun öncelikle başörtüsünü/tesettürü hedef aldığı açıktı. Zaten bu ifadelerden gerekli anlamları çıkaran sivil darbeciler, talimatları harfiyen uygulamada hiç gecikmediler.
Türkiye’de askeri darbelerin bir ayağı TSK ise, ikinci ayağı basın, üçüncü ayağı da üniversitedir. Basın, “üst düzey askeri yetkililer”den günlük açıklamalar, emirnameler yayınlayarak, YöK ve üniversite yöneticileri de, hemen “durumdan vazife çıkararak” darbenin üçlü sacayağını tamamladılar.
Medyanın hedef göstermesi ile ilk harekete geçen üniversiteler oldu. İü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden başlayan “başörtüsü yasakları” bütün eğitim kurumlarında, devlet dairelerinde ve ‘kamusal alan’larda uygulamaya konuldu. Darbeci medyanın oluşturduğu histeri öyle bir noktaya geldi ki, sokaklarda bile başörtülülere sataşılmaya, kimi resmi kurumlara başörtülü ve sakallı vatandaşlar alınmamaya başladı; hatta kimi hastalar (Medine Bircan gibi) başörtülü diye hastanede tedavi edilmeyip ölüme terk edildi. üniversitelerden İlahiyat Fakültelerine, İmam-Hatip liselerine, sınavlara, resmi evraka kadar başörtü yasakları ha bire genişletildi; binlerce, onbinlerce örtülü okulundan, işinden atıldı.
Rahmetli anneannem, “yavrum, dert batmanla girer de dirhem dirhem çıkarmış” derdi. Ne kadar hikmetli bir söz. Doğrusu hastalıklar insan vücuduna çabucak girip yayılır ama tedavisi çok uzun sürer. Türkiye’de her darbe, ülkenin sosyo-politik yapısına bir seri marazi yasak ve dayatmanın batmanla girdiği dönemler oldu. 28 Şubat’ta ise, İslâmî varlığı bloke etmeye yönelik bir dizi yasak kondu.
Bin yıldır İslâm’la yoğrulmuş bir miletin inancı gereği hep başörtülü olmuş kadınlarına örtüyü yasaklamak, onları başını açmaya zorlamak bu marazi dayatmaların en beterlerinden biri. Daha öncesi varsa da, 28 Şubat’ta hastalıklı kalplerin dayatması sonucu resmi kurumlara hızla bulaştırılan bu marazi yasak, 11 yıldır neredeyse kronikleşti, kokuştu ve herkesi/mi rahatsız eder hale geldi. 5 yıllık AK Parti iktidarı döneminde bu yaraya neşter vurma yolunda ciddi bir adım atılmadı. 22 Temmuz seçiminden hayli güçlenerek çıkan AK Parti iktidarı, Yeni Anayasa çalışmaları kapsamında insan hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi, fikir suçlarının kaldırılması vs. gündeme gelince başörtüsü yasağının kaldırılmasını da ilk kez bu kadar ciddi biçimde dillendirdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İspanya gezisinden başlayarak verdiği mesajlar, bu konuda oldukça kararlı ve net bir tutum içinde olduklarını ortaya koydu. MHP’nin örtü yasağının kalkması yönündeki Anayasa değişikliği teklifi, umutları iyice artırdı. Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi’nin var olan desteğine DP de eklenince, yasağı savunan bir tek CHP ve DTP kaldı; bir de “kalpleri kararmış” bürokratik azınlık.
Şu bilinmelidir ki, bugün gelinen noktada, başörtüsü yasağı kalkmadan özgürlüklerden ve insan haklarından söz etmek sadece lâf u güzâftır. Yıllardır “başörtüsü özgür olmadan asla” dememizin sebebi de budur. Başörtüsü özgür olmadan ne devlet-millet barışı gerçekleşir, ne mevcut gerilim sona erer, ne de gerçek anlamda özgür, mutlu ve huzurlu bir toplum olabiliriz. Son yıllarda yapılan tüm anketler, halkın büyük çoğunluğunun bu marazi yasağın kalkmasını istediğini ve bunun toplumsal barış için elzem olduğuna inandığını gösteriyor. Umarız, bu milletin bin yıllık asli geleneği ile savaşanlar, suların tersine akmadığını ve akmayacağını artık idrak ederler de marazi inatlarından vazgeçerler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.