Vakıflarımızı kaybediyoruz!
“Vatanın Belkemiği Mesabesinde Bir Müdafaa-i Milliye Teşkilatı” Olan Vakıflarımızı Kaybediyoruz !
“Vakıf” kelimesi, sözlüklerde “durdurmak”, “mal yığılmasını durdurmak” olarak tarif edilmiştir.
Vakıf, belirli bir taşınmazın (arsa, arazi v.s.), akli melekeleri yerinde bir kişi tarafından, herhangi bir süreyle bağlı olmaksızın, bir amaç için tahsis edilmesidir. Belirli bir amacı gerçekleştirmek için ayrılan taşınmaz mala “vakıf”, bu tahsis etme, ayırma işlemine de “vakfetme” denir. Vakfedilen taşınmaz, usulüne uygun olarak ilan edilir ve ilgili mahkemede hakim tarafından kayıt ve tescil işlemi yapılır. Bu kayıt ve tescil işleminden sonra vakıf, “tüzel kişilik” kazanır.
Her vakıf için bir “senet” (yazılı belge) hazırlanır. Vakfın adı, hangi amaçları gerçekleştirmek için kurulduğu, vakfedilen taşınmaz malın yeri, özellikleri, sınırları, vakfın gelirleri ve gelirlerin nasıl harcanacağı bu belgeye yazılır. “Vakfiye” olarak da adlandırılan bu belgelerde ayrıca, vakfın mütevelli heyetinin kimlerden oluşacağı ve tescil tarihi de kaydedilir.
Eski vakıflarımızın kurucu belgeleri (vakıf senetleri) incelendiğinde, vakfın şartlarını değiştirip bozanlar veya belgelerde yazılı şartları yerine getirmeyenler için “beddua”ların da yer aldğı görülür. Bu sebeple, vakıf senetlerinde yer alan hükümler büyük önem taşımaktadır.
Vakıf malları devredilemez, miras bırakılamaz, satılamaz ve vakıf senedindeki amaçlar dışında kullanılamaz.
Türk Tarihinde “Vakıf” Kuruluşlarının İlk Nüveleri
Eski Türk toplumlarında, İslamiyet’ten önce de vakıf kuruluşlarının ilk çekirdeklerinin var olduğu bilinmektedir.
Uygurlar döneminde, “Turfan” vesikalarında bir Han tarafından “Uygur Tıp Medresesi”ne arazi ve bağ vakfolunduğu yapılan araştırmalar sonucunda gün ışığına çıkarılmıştır.
Türklerdeki “ülüş”, “başak”, “yağmalı toy”, “şölen” ve “aş verme” gibi törenler, beyler arasında bir tarafta siyasi hesaplara hizmet ederken, bir taraftan da toplumdaki saygınlığın korunması ve sosyal yardımlaşmanın güçlendirilmesini amaç edinmiştir.
Türk’ün soyluluğa yükselmesi, “mal yağmalatma” veya “şölen verme” yarışıyla kazanılırdı. Hangi Bey, en görkemli ziyafeti verir, en çok mal yağmalatırsa, o Bey, diğer Beylere göre daha üstün bir itibar ve şeref elde ederdi.
“Kırk gün kırk gece düğün ziyafeti”, “kırk fakiri üç öğün doyurma” gibi adetler, eski Türk toplumlarının günümüze kadar uzanan törelerinin birer nişanesi olsa gerektir.
Sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi, Batı’da ancak 20. yüzyılın başında kurulmaya başlamışken, asırlar önce Türk toplumlarında gelir ve serveti yeniden dağıtan, eşitsizlikleri ortadan kaldıran birtakım geleneklerin olması dikkat çekicidir.
Selçuklu Devletlerinde Vakıflar
Aşır Efendizade Mustafa Kamil Efendi “Evkaf Nedir?” isimli eserine şöyle başlıyor: “Efsanevi telakkilere maruz kalan Evkaf’ın vatanın belkemiği mesabesinde bir müdafa-i milliye teşkilatı olduğunu ve memleketi bu suretle Türkleştirdiğimizi vatanla alaka iddia eden herkesin bilmesi farzdır. ... Ecdad-ı İzamımız zabt itdikleri memleketleri ... şehirlerin emval ve emlakinin Türkleştirilmesi vakıf sayesinde mümkün olmuştur”.
Mustafa Kamil Efendi’nin bu tesbiti, vakıfların Türk tarihindeki yerini anlatması bakımından önemlidir. Kamil Efendi, vakıfları bir “milli müdafaa teşkilatı” olarak görmekte ve Anadolu’nun Türkleşmesinde, vakıfları, “vatanın belkemiği” olarak tarif etmektedir.
Selçuklu devrinde inşa edilen yüzlerce hatta binlerce camii, mektep, medrese, han, hamam, şadırvan, kütüphane, bimarhane (hastahane), aşhane, meşruta (külliyede görevli kişilerin evleri) ve daha niceleri bu vakıf ruhunun tecessüm etmiş, yapılara dönüşmüş halleridir.
Dikkat edilecek olursa, vakıf ruhuyla cisimleşen bu yapılar, yani vakfedilen herşey, kişilerin özel mülkiyetinden çıkarak, toplumun mülkiyetine geçmekte ve vakıf, toplumun tamamına mal edilerek “sosyal bir kuruluş” halini almaktadır.
Selçuklu devrinin vakıfları hakkındaki bir araştırmada, araştırmacının konu hakkındaki tesbiti şöyledir: “İktisadi ve kültürel bakımdan çok ileri bir durum arzeden Selçuklu Türkiyesi’nde tebabet (tıp ilmi) o derece ehemmiyet (önem) kazanmıştı ki, hemen her şehir ve kasabada mevcut hastahanelerde tedavi meccanen (ücretsiz) olup her birinin büyük vakıfları vardı”.
Şunu da ilave etmek gerekir ki, Selçuklularda, çok sayıdaki vakfın idaresinin düzenli bir şekilde yürütülmesini sağlamak için bir “Evkaf Nezareti” yani Vakıflar Bakanlığı bile kurulmuştu.
Osmanlı Devrinde Vakıflar
Osmanlı devlet teşkilatının ana hedefi, devleti ve toplumu dış tehlikelerden korumak, iç huzuru sağlamak ve adaleti gerçekleştirmekti. Konuya bu açıdan bakıldığında Osmanlı Devleti’nin bir “sosyal devlet” olmadığı sonucu ortaya çıkabilir. Halbuki halkın ihtiyacı olan eğitim, sağlık, bayındırlık ve sair sosyal hizmetlerinin yürütülmesini vakıflar üstlenmişti.
Osmanlı Devleti’nde ilk vakıf kurucusu Orhan Gazi olmuştur. Her dönem yeni bir ruh ile gelişen vakıf kuruluşları sebebiyledir ki, 16. yüzyıl Osmanlı devri için “vakıf cenneti yüzyılı” tabiri uygun görülmüştür.
Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlılar’da da vakıf kuruluşlarının kökleri, eski Türk geleneklerine uzanmaktadır. İmparatorluk devrindeki “diş kirası” uygulaması, aslında eski bir Türk geleneği olan “yağmalı toy”un Osmanlı kültürü içinde aldığı yeni şekilden başka bir şey değildir.
Osmanlı döneminde, vakfetme ve vakıflaşma o kadar yaygınlaşmıştır ki, 1500’lü yılların başında Osmanlı topraklarının beştebiri, vakıf toprağı haline dönüşmüştür. Sadece 1700-1800 yılları arasında ise, yaklaşık 6.000 adet vakıf kurulmuştur. Vakıflar, Osmanlı toplumunda dini hizmetlerden çok bayındırlık, şehircilik hizmetleri, sosyal faaliyetler, kültür miraslarının korunması gibi kamu hizmetlerini yerine getirmişlerdir. O kadar ki, bu dönemde kurulan yaklaşık 6.000 adet vakıftan, dini hizmet amacıyla kurulan vakıfların, bütün vakıf sayısına oranı % 30 kadardır. Diğer vakıflar, tamamen dini hizmetler dışındaki kamu hizmetlerini yürütmek amacıyla kurulmuştur.
Vakıflar, toplumun her yönden sürekli olarak yenilenmesini sağlamış, yardımlaşma ve dayanışma duygusunu güçlendirmiş, bugün bizim “empati” dediğimiz eşsiz bir “diger-kamlık” numunesi vücuda getirmişlerdir. Vakıf kurumunun gerçekleri, iktisadi, sosyal, kültürel ve medeni münasebetler bakımından her biri birer tarihi vesika olan “vakıf senetleri”nin içeriği incelenecek olursa, açık bir şekilde görülecektir.
Cumhuriyet Dönemi’nde Vakıflar
Eğitim, sağlık, bayındırlık, şehircilik gibi alanlarda faaliyet gösteren vakıfların Cumhuriyet döneminde de varlıkları ve faaliyetleri devam etmiştir.
1826 yılında kurulan “Evkaf-ı Hümayun Nezareti” 1920’ye kadar vakıfların idaresinden sorumlu olmuş, 1920’de aynı görevi ifa etmek için “Şer’iye ve Evkaf Vekaleti” kurulmuştur. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin 1924 yılında kaldırılması üzerine “Müdüriyet-i Umumiye” (Vakıflar Genel Müdürlüğü) kurulmuştur.
1926’da 903 sayılı “Türk Kanun-u Medenisi” kabul edilerek 1935 yılına kadar vakıflar bu Kanun’daki hükümlere göre idare edilmiş, 1935 yılında ise, 2762 sayılı “Vakıflar Kanunu” çıkarılmış, vakıflar özel bir kanunla idare edilmeye başlanmıştır. 1967’de ise 903 sayılı “Medeni Kanun” değişikliği yapılmış ve vakıflar hakkındaki bazı kanun hükümlerinde değişiklik yapılmıştır.
Günümüzde vakıfların idari, mali ve sosyal eylem, işlem ve faaliyet esas ve usullerinin tesbiti Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tasarrufu altındadır.
Yabancı Vakıflar Meselesi
Vakıf müessesesi sebebiyle asırlar boyu ayni ve nakdi yardımlar toplanarak, toplumun hizmetine sunulmuştur. Vakıf kurumunun yüzyıllarca devam etmesi, yüksek ahlak sahibi, şahsiyetli, azimli insanların gayretleriyle mümkün olmuştur.
İnsanı kendi kıymetlerinden uzaklaştıran, yalnızlaştıran “modernleşme” süreci ile geleneksel yapı, dışarıdan gelen saldırılara karşı direnememiş, bu karşılaşma çoğu zaman bir bozulma ile sonuçlanmış, maddi ve manevi bakımdan zaafiyet geçiren bireyler, günümüzde “modern hayat” karşısında tamamen yapayalnız kalmıştır.
Osmanlı döneminde, vakıf kuranların nesli tükenirse veya vakıfla ilgilenecek kimse kalmazsa, “vakıf tevliyeti” denilen yeni bir vakıf idaresi kurulurdu. Ancak ne kadar yazık ki, bu geleneksel yapı bir süre devam etmiş, zamanla bu idareler de sorumluluklarını yerine getirememiş, görevlerini ihmal ederek kendilerine emanet olarak bırakılan vakıflara gereği gibi bakmamışlardır. Bu sahipsizlik bir süre sonra, iyi niyetli olmayan bazı kişilerin şahsi menfaatlerini temin ettiği kuruluşlar haline dönüştürmüştür vakıfları.
Devlet-i Ali’nin bir kadimesi olarak, ecdadımızın gayret ve serveti ile kurulan vakıflarımız, bugün her türlü istismara konu olamktadır. Suret-i haktan görünen, bir kısım ikiyüzlü zevat elinde kültürümüzün nice kıymetleri, bugün harab edilmiş vaziyettedir. Vakıflarımızın bu “hal-i pür melali” ortada iken, yabancı vakıflara çok geniş, yeni tasarruf imkanları temin edilmektedir.
Lozan Anlaşması’nda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin savunduğu iddialara ve 1936 yılında yapılan düzenlemelere rağmen, yabancı vakıfların taşınmaz mal edinebilmeleri ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri için Lozan’da yeri olmayan birtakım yeni haklar tanınmıştır.
Lozan Anlaşması ile azınlık vakıflarının hakları, mükellefiyetleri ve sorumlulukları özel bir madde hükmü olarak Anlaşma metninde yer almıştır. 1936’da yapılan bir çalışma ile azınlık vakıflarının taşınmazları ayrı ayrı sayılarak kayıt altına alınmış ve tescil edilmiştir. Bu tarihten sonra artık yabancı vakıfların mülk edinebilmeleri ve mevcut mülkler üzerinde tasarrufta bulunmaları ancak Lozan Anlaşması’nın hükümlerine göre olabilecektir.
Ancak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, müslüman olmayan azınlıklara ait vakıflar tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılmış davalarla ilgili olarak 9.Ocak.2007’de kararını açıklamış ve Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın yaptığı başvuruyu kabul etmiştir. Mahkeme, Türkiye’de müslüman olmayan dini azınlıklara ait vakıfların mülk edinmeleriyle ilgili mevcut kanuni düzenlemelerin Lozan Antlaşması’yla kısıtlandığını ileri sürmüştür.
İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre, Türkiye’de vakıflarla ilgili yürürlükte olan kanunlar, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”nin “mülkiyet hakkı” ve “ayrımcılık”la ilgili maddelerine aykırıdır. Buna göre Türkiye, azınlık vakıflarının mülkiyet hakkını ihlal etmektedir.
Mahkeme’nin kararına göre, azınlık vakıflarına ait daha önce iptal edilen tapular, tekrar vakıflar adına kaydedilmelidir. Bu işlem Türkiye tarafından yapılmazsa, karar kesinleştikten sonra, azınlık vakıfları, mahkeme masrafları da dahil olmak üzere tazminat almaya hak kazanacaklardır.
Azınlık vakıfları ise, Türkiye’de yürürlükte olan kanunların, azınlık vakıflarının bağış ve diğer yollarla elde ettikleri taşınmaz malların iadesini öngörmediğini ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bu taşınmazların kaydını reddettiğini Mahkeme’ye bildirmişlerdir.
TBMM tarafından kabul edilen ve geçtiğimiz ay Cumhurbaşkanı tarafından TBMM’ne iade edilen Vakıflar Kanunu ise, ne yazık ki, azınlık vakıflarının elde ettikleri taşınmazların iadesini öngörmektedir.
Batı Trakya’da yaşayan Türkler, kendi vakıfları üzerindeki tasarruf yetkisini kaybetmişken, Türkler’e ait vakıf mallarının büyük çoğunluğu, Yunan hükümetlerinin ayrımcı vergi uygulamaları sebebiyle ipotek altına alınmışken, Türkiye’de hükümetin Vakıflar Kanunu Tasarısı’nı bu şekliyle kanunlaştırmaya çalışması büyük bir haksızlık ve talihsizliktir.
Hükümet, Lozan Anlaşması’na aykırı olarak azınlık vakıflarına yeni haklar tanımak yerine, öncelikle yurt dışındaki Türk vakıflarının hakkını koruyacak tedbirleri almalıdır: Batı Trakya Türk vakıfları, diğer Yunan vakıflarıyla eşit muameleye tabi tutulmalıdır. Yunan hükümetlerinin Türkler’e yönelik kasıtlı politikaları sonucu kaybedilen vakıf malları, Türkler’e iade edilmelidir. Vakıfların idari kurulları, Türkler’in talepleri doğrultudsunda yeniden seçilmelidir. Batı Trakya Türkleri’nin dini liderleri olan müftüler, o bölgede yaşayan Türkler tarafından seçilmelidir.
Esefle ifade etmek gerekir ki, tevarüs ettiği kıymetlerden habersiz, sorumluluğunu idrakten uzak bugün iş başındaki iktidar elinde vakıfların mahvı perişan olacağı açıkça görülmektedir.
Vakıflarımız dün hak ettiği ilgiyi görmedi, yarının ne olacağı bilinmez; ancak iktidar sahiplerinin kendi menfaatlerine sarıldıkları gibi vakıflarımıza ilgi göstermedikleri ortadadır.
Bizler, şu cihanda muhteşem numuneler çıkarmış bir milletin evlatları olarak, mevkiimizin pek zorlu ve yürümekte olduğumuz yolun nice hegamelerle dolu olduğunu biliyoruz. Hilede, tilki gibi mahir olanlar, bizi aldatmaya çalışmaktadır.
Yine biliyoruz ki, biz azmeder, çalışırsak, Anadolu hayat bulacak, şahlanacak; ama biz gayreti elden bırakırsak, Anadolu mahzun olacaktır.