Türkiye'nin kelebek etkisi..
Kuzey Afrika dahil Ortadoğu'nun pek çok ülkesi daha düne kadar ya İngiltere'nin ya Fransa'nın sömürgesiydi. Amerika son altmış yıldır neredeyse bölgenin egemen aktörü konumunda. Ama hiç kimse bu ülkelerin Batılılığını tartışma konusu haline getirmiyor.
Ortadoğu'nun neredeyse tamamı dörtyüz, beşyüz yıldır “Osmanlı” egemenliği altında yaşadı. Türkiye'nin bölgeyle ilişkisi daha köklü. Bir ayağı Asya'da, bir ayağı Avrupa'da olan bir ülkeyiz. Ne Batı'yla, ne de Doğu'yla saplantılı bir ilişki içinde olmamız gerekmiyor.
Üç uçlu bir pergel gibi düşünün Türkiye'nin dış politikasını. Pergelin orta ucu Türkiye zeminine basıyor. Pergelin bir ucunu Batı'ya doğru açarken, aynı zamanda pergelin diğer ucu Doğu'ya açılmalı. Çünkü Doğu dediğimiz, dünyanın en atıl ama en fazla sosyal enerjisine sahip nüfusunu oluşturuyor. Aynı zamanda büyük bir coğrafya. Ama halklarla rejimler arasında büyük çelişkiler var. Sözkonusu sosyal enerjiler hem bölge, hem de insanlığın yararına doğru yönlendirilemiyor. Kanallar kapalı çünkü. Batılı güçler de kendi süfli çıkarları için kanalların açılmasını hep engelledi. Ama artık tarihin yönü değişiyor.
Osmanlı döneminde pergel Batı'ya doğru açılırken, Doğu'dan uzaklaşıyorduk. Batı'dan gerilediğimizde Doğu da bir sorun olarak kendini hissettirmeye başladı. Sonuçta Anadolu ve Trakya'dan müteşekkil bir parçayla kendi başımıza kaldık. Çok şeyler kaybettik, ama çok şeyler de kazandık. Bugün Türkiye büyük bir güç. Ne var ki bazı kesimler Türkiye'nin bu gücünün farkında değil. Filistin meselesine müdahil olunduğu için “Türkiye Batı'dan uzaklaşıyor mu” sorusu soruluyor. Elbette dini bağlar çok önemli, ama bölgeyle dini bağları olmayan güçler bu bölgede fink atmıyorlar mı? Bu sorular niçin o ülkelere sorulmuyor?
Hiç kimse Berlin Duvarı'nın yıkılacağını beklemiyordu, ama oldu. Orta ve Doğu Avrupa'daki komünist rejimler bir anda tuzla buz oldu. Oysa bu rejimlerin ordusu da, bürokrasisi de ayaktaydı. Ne 1956'daki Macaristan'da, ne de 1968'de Prag'da olduğu gibi Rus tankları müdahale etmedi. Gorbaçov'un Moskova'ya bağlı Doğu Avrupa rejimlerine değişiklik halinde askeri müdahalede bulunmayacağını açıklaması havayı değiştirdi. Tek bir söz, Doğu Avrupa komünist rejimlerini zincirleme salladı ve bir iki önemsiz istisna dışında kansız devrimlerle değiştirdi. Ortadoğu'da (Kuzey Afrika dahil) askeri, yarı-askeri ve totaliter monarşik rejimlerin de benzer bir etkiyle alt üst olacağını öngörmek pekala mümkün.
Hadi buna “kelebek etkisi” diyelim sevgili okurlar.. Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesi olarak tarif ediliyor. Mesela bu teoriye göre Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa'da fırtınanın kopmasına sebep olabiliyormuş. Başbakan Erdoğan'ın Davos Çıkışı'nın bölge halkları üzerinde bir kelebek etkisi yaptığı söylenebilir bu yüzden. Her ne kadar İran'ı hedef aldığı ileri sürülse bile, bazı Arap yöneticilerin Filistin sorununa Arap olmayan devletlerin karışmasından rahatsızlık duymalarını ilan etmelerini başkaca nasıl izah edebiliriz?
Türkiye'nin bölgede 'ilerlemeci', 'özgürleştirici' ve 'barıştırıcı' bir rol oynaması insanlığın yararına. Dünyanın önemli bir bölgesi barış ve huzur içinde değilse, geri kalan kısmı da barış ve huzur içinde yaşayamaz. İçinde yaşadığımız koşullar Türkiye'ye tarihi bir görev yüklüyor. Ama hiçbir gücün ileri karakolu olarak değil, kendi olarak. Demek ki daha tarihin sonuna gelmedi dünya. Demek ki uygarlıkların çatışmasından değil, sıkışmış uygarlıkların yeniden hayatiyet bulma eğiliminden söz edebiliriz. İşte Türkiye tam da bu tarihsel kavşakta duruyor.
CHP'nin evrimi..
Cumhuriyet'in ilanından kısa süre önce “Halk Fırkası” olarak kuruldu CHP. 1927'deki kongrede, “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik”, “Laiklik” partinin dört temel ilkesi olarak kabul edildi. 1931'deki Kurultay'da “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de parti tüzüğü ve programına girince şu bildiğimiz “Altı Ok” bayrağı ortaya çıktı, sonra da bu ilkeler parti tarafından Anayasa'ya yerleştirildi.
Tek Parti döneminde devlet ve parti aynı aygıttı sevgili okurlar. Çok partili sisteme geçişin ardından 1947'de gerçekleşen kurultayda, tek parti dönemine ait bazı uygulamalardan vazgeçildi. 1953'deki kurultayda parti programındaki “Kemalizm” sözcüğü “Atatürk'ün yolu” olarak değiştirildi. İlk kez hukuk devleti terimine yer verildi. Yargıç bağımsızlığı, seçim güvenliği, sendika ve meslek örgütlerinin kurulması ve grev hakkı parti programına girdi. 1966'daki kurultayda “ortanın solu” partinin yeni çizgisi ilan edildi. Bu dönemdeki kurultaylar “eski” ile “yeni”nin savaşımına sahne oldu, yönetimler ona göre şekillendirildi.
İsmet Paşa'nın “12 Mart” darbesine destek vermesi üzerine Bülent Ecevit genel sekreterlik görevinden istifa etti. İsmet Paşa'ya kafa tutan Ecevit 1972'deki kurultayda zafer kazandı. Kurultayda CHP tüzüğünün 35 maddesi değiştirildi. İsmet Paşa, CHP'nin tarihi misyonunun ortadan kaldırıldığı gerekçesiyle parti üyeliğinden ve milletvekilliğinden istifa etti. Parti + Ordu= İktidar denkleminden vazgeçen CHP'nin yeni rotası “demokratik sol” idi.
“12 Eylül” darbesiyle CHP kapatıldı, Ecevit de partisinden istifa ederek yeni bir arayışa girdi. CHP 1992'de yeniden açıldı, liderliğine Deniz Baykal getirildi. Baykal CHP kurultaylarında yeni söylemler ortaya attıysa da kalıcı olmadı. O günden bugüne, CHP'nin parti programında çok ciddi söylem ve çizgi değişikliği sözkonusu olmadı.
CHP “çarşaflı üyeler” ve “her mahalleye Kur'an Kursu” gibi popülist açılımlarla durumu idare etmeye çalıştı. Ne var ki bu gibi açılımlar halk nazarında güven verici bulunmuyor. Bu yol, yol değil. CHP'nin yapması gereken, yeni bir kurultay ile 1947'de olduğu gibi parti programı ve tüzüğünde ciddi değişiklikler gerçekleştirmek. Laikliğe, hukuk devletine, demokrasi'ye, sosyal demokratlığa yeni açılımlar getirilebilir mesela.
Çünkü CHP'nin gerek Meclis'teki grubu gerekse parti yönetimi yeni açılımları hayata geçirecek bir niteliğe sahip değil. Nur Serter'li, Canan Arıtman'lı, Necla Arat'lı, Önder Sav'lı bir CHP'nin inandırıcı olmaması bu yüzden. Şu anki haliyle CHP 21. yüzyıla ait gibi görünmüyor. Evrimini tamamlamadığı için de, epeyce arkaik kalıyor.
Antisemitik suçlamasının sınırı..
Sadece Türkiye'de değil, Avrupa'da da antisemitizm çok tartışılıyor. Mesela birkaç yıl önce Alman Hür Demokrat Parti'nin önemli isimlerinden Ekonomi eski Bakanı Jürgen Möllemann, İsrail Başbakanı Ariel Şaron'u eleştirdiği için antisemitik olarak suçlanmıştı. Möllemann partisinden ayrılmak zorunda bırakılmıştı. Almanya'da İsrail'i eleştirmek antisemitik olmakla neredeyse özdeş sayılıyor. Nazi döneminde 'Yahudi soykırımı'na damgasını vuran Almanya'ya özgü bir durum bu. Türkiye'nin sırtında böyle bir yük yok, dolayısıyla salt İsrail ve Siyonizm eleştirisini antisemitik olarak nitelemek kolay değil. Tabii, tartışmaları o yöne doğru kaydırmak isteyenler de çıkıyor. Hiç olmadık durumlarda antisemitiklik suçlaması ile karşı karşıya kalıyor insanlar. Misal olarak size İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in anılarında geçen bir olaydan söz edeceğim. Fransa'nın eski başbakanlarından Guy Mollet, Sosyalist Parti'nin Yahudi asıllı Leon Blum'dan boşalan liderlik koltuğu için Daniel Mayer ile yarışıyordu. Bu yüzden Mollet hakkında “Yahudi karşıtı” olduğu söylentisi çıkarılmıştı. 1955 seçimlerinden önce Mollet, bir seyahat esnasında karşılaştığı Peres'ten Fransa'da Yahudilerin etkin olduğu basın organlarında lehinde haber çıkartılmasını rica ediyordu. Rica yerine getirilir. Mollet de 1956'da Başbakan olduğunda İsrail'e önemli yardımlarda bulunacaktı. İsrail'le ilk güvenlik anlaşmasını onaylayan Mollet'e bile bir liderlik yarışı yüzünden antisemitiklik suçlaması yapılmışsa gerisini siz düşünün.